Yönetim, Yatırım ve Yaşam Odağında Ülkemiz
Bu makaleyi paylaş
Sümerlerden bugüne kadar ne değişti diye baktığımızda şaşırtıcı sonuçlarla karşı karşıya kalıyoruz. Değişen üç ana gösterge hız, konfor ve iletişim. Eski zamanlarda da okyanus geçenler vardı ama bilen yoktu, geçti sanılıp ölen vardı ama duyan yoktu veya deniz nakliyat gemisi Amerika’ya okumaya gidip savaş başlayınca 10 yıl haber alınamayan vardı ama whatsapp saatini göremediği eşine kızanlar yoktu. Uzun yol kaptanları aylarca beklenir, gemi çıkışı liman idaresinden cep telefonuna online bilgi gelmezdi. Yani hız, konfor ve iletişim yoktu ama okumak için okyanus geçenler vardı. Hem de kuru yük gemisinin sırtındaki 24 adet kamarada 48 kişi 1 ay yolculuk ile. Ama bunu konuşmak yerine bitiremediği okulun utancıyla ülkesine dönemeyenler vardı.
Sonra ne oldu? Uçağa binerken annesine mesaj atan, gittiği yerde taksi bulmak yerine önceden “private hire” araç ayarlayan ve yaşam nehrinin düzensiz tomruklarına tutunamayan insan nesli ortaya çıktı. Başına ne geleceğini harfi harfine bilmek isteyen ve küçük tatlı kader denk eşleşmelerini atlayan bir kuşak evde “oyun oymayı” tercih etti.
Dünyanın 100 büyük derbisi arasında kabul edilen FB-GS maçı canlı yayını yerine evde sanal FB-GS maçını tercih eden djital bir yaşam tarzı başımıza taç edildi. Eve kapanan nesil ayni, nakdi sermaye serüvenini entelektüel sermaye boyutundan “aşk sermayesine” taşımak yerine insanoğlundan avatar’lara evrilmek üzere. Kim bilir, belki şaka bile olsa, kendi avatarına Metaverse’de sabah duası ettiren yaşlılar da ortaya çıkabilir. Bu işin sonunu gerçekten merak ediyorum.
Yüzde 90’ı iki yıldan fazla devam etmeyecek girişimler
Bu yıl fikirler 2021’de olduğu gibi Dünyanın her yerinden çıkacak ancak paralar yine İstanbul’a gelecek. Bu fikirlerin Start-Up olarak kurumsala dönüşmesi yine hızla devam edecek gibi görünüyor. Tabii bunların yüzde 90’ı hayatına iki yıldan fazla devam etmese de veya tekrar başlamak zorunda kalsa da; internet, hız, sunum zenginliği, satış kolaylığı odaklı rüzgarlar klasik ticareti bitirecek gibi görünüyor.
Dünyanın en büyük zücaciye markası William Sonoma yedi yıl önceki faaliyet raporunda e-ticaretin toplam satışta ağırlığını yüzde 46 olarak belirttiğinde aslında AVM’lerde direnmenin ne kadar zor olduğu ortaya çıkmıştı. Buna uyum sağlayamayan ve toptan ticaretten perakendeye henüz geçmiş markalar e-ticareti göremeden sahneden çekildiler. Ülkemiz kişi başına düşen gelir ve gelir paylaşımı hala uzun vadeli ev eşyaları satan dünyada eşi olmayan finansal temelli perakendeyi desteklese de, 3-5 yıl arasında finansal enstrümanların yaygınlaşmasıyla her ürün gibi teşhir ve sunum zorunluluğu fiziki olmaktan çıktığında karşımıza sanal gerçeklik ve yapay zeka temelli uygulamalar yüzde 100 çıkmış olacak.
İstanbul’da faaliyetlerine başlayan WISHO start-up’ı şimdilik kanlı canlı müşteri temsilcisi üzerinden ürün seçimine yardımcı oluyor ama müşteri temsilcisinin Google aracı ile yapay zeka tabanlı bir çözüme belki bir holograma teslim olması an meselesi.
Banka özel bankacılık yetkilisi ile hologram tabanlı canlı/sanal gerçeklik üzerinden görüşen, tüm mal alımlarını güvendiği markalar üzerinden e-ticaret ile alan, haftalık siparişlerini kendisine hatırlatan sanal müşteri temsilcisinin doğum günü kutlamasını mutluluk kaynağı edinen, 4000+ sanal dostunun 4 gerçek dokunabildiği bir duruma erişemeyen birinin farklı bir mutluluk arayışında olacağı kesin bir durum. Sümerlere göre daha hızlı, konforlu, iletişime açık ve fiziki kalite üstünlüğü ile yaşayacağımız kesin ama bu yaşamın hormonlarımızı yani salgı altyapımızı etkileyen ruhsal halimizi etkileyeceği kesin. Belki daha az ağlayan, duygularını daha az tanıyan ve ilaçlara daha fazla abanan bir insanoğlu olarak daha uzun ancak daha az dalgalı / heyecanlı bir yaşama hazır mıyız?
Burada durup bir konuyu daha rahat irdelememiz lazım. İnsanoğlu son 50 yıldır birbirinden uzaklaşıyor. Oğlundan, kızından, eşinden ve ebeveylerinden… Kiliseden, camiden ve tapınaklardan uzaklaşıyor. Bulduğu cihazlar önce konfor sağlıyor, sonra onu esir alıyor.
İletişim kilit nokta. Telefon haber vermek ve haber almak için hayatımıza girdi. Sonra biz onun esiri olduk. Buluştuğu kafede birbiriyle karşılıklı online oyun oynayan veya mesajlar yüzünden misafirinin yüzüne bakamayan bir nesil olarak sahnedeyiz. Acaba dijital evrenin büyüme hızı ile samimi dokunuş eksikliğinde kaynaklanan panik atak arasında bir link var mı? Son 10 yılda panik atak vakalarında artış hızı inanılmaz. Şimdilik depresyonun alt kategorisi kabul ediliyor ve tıbbi yardım isteyen sayısı 2021 de 300 milyon kişiyi aşmış durumda. Ya kayıt altına alınmayan ve depresyon nedir bilmeyen kesimlerin durumu nedir? Milyara yakın insan bir şekilde geçici veya kalıcı olarak bunun etkisi altında demek abartı olur mu? Yani dünya nüfusunun 1/7 si.
Jeo DNA yapımız
Biz ise bu dönüşüme nasıl bir uyum sağladık ve sağlayacağız? Yepyeni meslek grupları, yepyeni yaşam tarzları ve her yerde yansıması farklı. Burada değişik dinamikler devreye giriyor. Birincisi “jeo-DNA” yapımız. Bu kuzeyden güneye olmayan tek yarımada olmakla bağlantılı. İkincisi yazılı kültüre olan uzaklığımız. Yazı Mısır’da bulunmuş, Orhun anıtları bir kilometre taşı ama matbaa gibi medeniyet göstergesi bir buluş bize ne kadar geçmiş gelmiş. Milattan sonra Pekin’de 700 yılında gazete basan medeniyet bize 1727’de İbrahim Müteferrika aracılığıyla geliyor. Yani 1000 yıl gerideyiz. Acaba bunun karşılığı sosyo kültürel hayata etkisi nedir? Korkunç durum bize nasıl yansıdı?
Dijital transformasyona geçişimiz öncesi sözel kültür ağırlığımız vardı. Yazılı süreci atladık. Diğeri ise 2500 yıla dayanan “sosyo-kültürel” birikimimiz. Asker kimliğimiz. Son nokta ise sanayi devrimini atlamış bir toplum olarak zayıf köşemiz. Bu dört karmaşa bizi farklı bir sahile sürüklerken bize can yeleği olarak internet, bilgi çağı ve sanal alem yetişti. Dört farklı değişkenin üzerine son dönem dinamiklerini ekleyince hangi yöne doğru ilerliyoruz. Acaba “manuel”i olmayanın dijitali olur mu? Yazmamış, okumamış bir nesil nasıl ve ne kadar kaliteli bir kavramsal tasarıma imza atabilir?
Güçlü dip akımlar
Tabii bu hızlı dönüşümde hızını alamayan değişik alanlarda başarı şirketler var. Hem de çok sayıda. Hem de gurur kaynağı. Benim şahsen gözlemleyip beraber olduğum değerli Türk markalarının Çin tipi büyüme Amerikan tip markalaşma örnekleri de yok değil. Aslında bu güçlü dip akımı ben 40 yıldır hissediyordum. Teknoloji desteği alan Türk firmalarının hızlı dönüşüm başarılarını hep gözlemledim. AIG ve UAP”de çalışırken piyasada genelde yabancı sigorta şirketlerinin organik büyümeden ne kadar zorlandığına şahit olmuştum. Son yıllarda şirket alımlarının genel nedeni organik olarak rekabette eksik kalan yönlerin finansal tamamlanma isteğidir. Elektro mekanik sektörde Siemens, LeGrand, ABB ve Schneider gibi devlerin Türk piyasasında alçak voltaj tarafında zorlanması ve bu alanın Panasonic gibi devleri Avrupa piyasası amaçlı çekmesi Türkiye’nin gücünün göstergesidir. William Sonama, Restoration Hardware gibi markaların Türk pazarından hala uzak durmasının sebebi, Mudo Concept, Karaca-Emsan-Jumbo, Kervan, Kelebek, Koleksiyon vb markaların olmasıdır. Guru verici.
Tabii dörtlü avantaj/dezavantajlarımızdan biri olan Jeo-DNA, aslında değişik konularda bize açılımlar ve daralmalar sunuyor. İtalya, İspanya, Yunanistan, Kore vb yarımadalar ırk ve DNA koruması getirmekle beraber sosyo kültürel ve DNA tabanlı zenginlikten mahrumlar. İlaç firmaları için mükemmel ortam veren kuzeyden güneye yarımadalar, insanlık ve DNA’sal bağlantılı reflekslerde ciddi zafiyet göstermektedir. Turkey Unveiled kitabında Huge Pope adlı yazar, “ölürsem kabrime gelme istemem” ruh halini önce “do not come to my grave grave by my graveyard” tercümesiyle bile kültürden bihaberliğini ortaya koymuştur. Bu tabii avantaj olarak bir duygusal zenginlik sunmaktadır. Bir reklam ajans başkanlığı yaklaşık 10 yıl yapan bir yabancı uyruklu uzman, “Neden Türkiye?” diyene “Yolda yemek yiyen 10 yol işçisi ‘afiyet olsun’ sözüme ‘beraber olsun’ der. İşte beni buralara bunlar bağlamıştır diyerek zengin Jeo-DNA farkını ortaya koymaktadır. Ancak bu zenginlik yazılı kültüre uzaklık ile bir tehlikeye yol vermektedir.
Bir konu da kimlik-siz’lik. Beni derinden üzen bir konu? Kitap okumayan ve tiyatroya gitmeyen ve müzik aleti çalmayan bir toplum olarak nasıl bir entelektüel sermayeyle dünya arenasında yer alacağız. Japonya veya Batı toplumu ile karşılaştırmak bir yana nüfusu 7 milyon olan kardeş ülke Azerbaycan’da kitaplar ortalama 100 bin tiraj ile basılırken ülkemizde bu rakam 2-3 bin. Japonya’da ise 4.2 milyar kitap basılırken bize ise durum yazmaya utandığım bir düzeyde. 23 milyon. Bunun ne kadarı ne amaçlı o da başka konu. Bu haldeki toplum neyin değerini bilebilir ki. Japonya’da ortalama bir yılda bir kişi 25 kitap okurken, ülkemizde 6 kişi 1 kitap okumaktadır. Ülkemizde yüksek öğrenim görenlerin sayısı 1865 yılına göre 14 kat artarken, kitap okuma oranı 1965 yılının altındadır.
Bu istatistiklerle bakınca, insanın aklına neler geliyor neler. Şehir meydanı olmayan şehirler. Yeşil alan yapılaşma oranı dünya ortalamasının çok altında büyük şehirler. Dünya şehirleri üzerine raporlar yayınlayan “World Cities Culture” raporlarında, sahip olduğu yüzde 2.2 lik yeşil alan oranı ile 34 şehir arasında İstanbul son sırada yer almakta. Oslo’da bu oran yüzde 68. Daha fazla söze gerek var mı? Londra’da çok ses getiren bina yangınında, haber ajansları haberi Londra’nın “ilk konut amaçlı gökdeleni” şeklinde gündem oluşturdu. Acaba aynı tarihte değil Türkiye’de değil İstanbul’da sadece İstanbul’un uzak köşe ilçelerinden Esenyurt’ta en az 30 yüksek bina söz konusu. Bu kimliksizlik mi, çevreye duyarsızlık mı yoksa insan eliyle hızlandırılmış sosyo kültürel bir intihar mı?
Hep önünden geçerken Topkapı’dan hep eski Tercüman binası aklıma gelir. Acaba başka bir ülkede nasıl bir koruma altına alınırdı. İstanbul’da ilk 10’a girecek bina perişan durumda. Manzara, siluet, görüntü derken; mimari açıdan farklı uygulamalar ile şehrin üzerindeki nefessizlik payı dikey mimari uygulamaları ile sınıra gelmiş durumda. Teşvikiye’den şehri görmek artık imkânsız gibi. Residence, turistik izinli uygulamalar ve değişik dönüşüm çalışmaları acaba ne kadar eşgüdüm içerisinde hayata geçiyor. Cidden nereye gidiyoruz minvalinde merak çemberimde.
Yıllardan beri heyecanla beklediğimiz Galataport projesi belki İstanbul’un ender fırsatlarından biriydi. Yakınındaki doğal kültür mirasları, yolcu limanı, üniversite ve kültür vakıfları ile büyük bir açılım şansı elimize gelmişti. Acaba bu fırsat ne kadar değerlendirildi. Buna girmeden önce bir altlık yapmak gerekirse konunun bir turistik, etkinlik, yeme, içme ve görsellik boyutları var. Yerli ve yöresel markalaşmış değerleri bu boyutlarda eksik olan bir ülkede, değerli yatırımlar uluslararası markaların mağazalaştığı bir serüvene dönüşüyor. Siz Galataport’da Ara Güler Müzesine giderken Starbucks, Adidas, Breitling mağazasının önünden geçmek size ne kadar İstanbul’da olduğunuz hissiyatını verebilir? 2000 yıllık liman kokusu size ne kadar yansır. Markalar süper ama amaç neyi nasıl turizme sunmak olmamalı mı?
Son olarak pandemi. Yakında bitiyor. Aşıdan sonra ilaç da bulundu. Ama Batı dünyası Çin’e 1.5 çarpı 4 doz satmak için ısrarla MRNA kökenli aşıyı şart koşuyor. Herkes 4 doz alacak ve “kasa” kazanacak. Enteresan olan yine büyük pandemi dönemlerinden biri olan İspanyol Gribi döneminde 50 milyon kişi ölmüş. Enfekte olan insan sayısı dünya nüfusunun üçte biri. Dünya nüfusu o dönemde 2 milyar. Bizim yaşadığımız pandemi ise 5 milyon kişiyi öldürdü şu ana kadar. Dünya nüfusu 7 milyara yakın. Yani % 0.07 diğer tarafta kanserden ölen insan sayısı 10 milyon ve kalp krizinden ölen insan sayısı 20 milyon. Hem de 5 milyon 2 yılda, diğer rakamlar ise yıllık. O zaman akla gelen soru şu; tehlike bu kadar ciddi değil miydi yoksa insan algı ve bünyesi daha zayıf bir konumda mı yakalandı?
Bu sayıda konu biz, kimlik ve kimliksizlik çemberini küresel ve yerel dinamikler ile harmanlamaktı. Yeni sayıda buluşlar ve dijital dünyayı insanlık gözüyle yorumlayacağız. Sevgiyle kalıp, aşk sermayesine sahip çıkalım. Bugünü yaşayanlar olmak yerine o günlere takılmayıp gerçekler ile aramızdaki mesafeyi açmayalım. Kadim mesajları doğan güneşler ışığında yorumlayalım. Güncel ve dinamik kalalım. Sağlıcakla kalalım.