İş Yaşamında 100 Kanguru
Bu makaleyi paylaş
İş Yaşamında 100 Kanguru’da diğer tüm bilgi aktarma yollarından daha güçlü bir şeyler var. Ahmet Şerif İzgören hikayeleri…
Sınırlar artık sadece teknolojiler arasında değil, aynı zamanda yaratan, üreten, kullanan, çoğaltan, dağıtan insanlar arasında da bulanıklaşıyor. Dünya, yapısal bir köklü değişimin ortasında… Ancak tüm heyecana rağmen, insan beyni teknolojiden daha yavaş bir evrimsel yörüngede ilerliyor. Beynimiz hâlâ içeriğe, deneyimden bir anlam çıkaracak hikâye arayarak yanıt veriyor. Teknoloji ne olursa olsun anlam beyinde başlıyor. Hikâye anlatmak sadece en eski eğlence biçimi değil, aynı zamanda bilincin en yüksek biçimi olarak 21. yüzyılda da tahtını koruyor.
Ahmet Şerif İzgören kitaplarının alameti farikalarından biri insan iletişiminin bu en etkili biçimini zahmetsizce kullanabilmesi. Onun elinde belli ki diğer tüm bilgi aktarma yollarından daha güçlü bir şeyler var. Hikayeleri. Bunlarla oluşturduğu duygusal rezonans o kadar kesintisiz ve özgün ki, kendimizi dünyanın farklı bir deneyimini anlamak için bir giriş noktasında hissediyoruz. Hepimiz bir kitabın sayfaları arasında sürüklenmenin bu lezzetli hissini biliyoruz. Hız çağında yavaşlayabilmek, çevremizi unutarak tamamen dalmış durumda bir şeylere odaklanmak bulunmaz nimet.
Bu Anekdotların Bolluğu Nereden Geliyor?
Peki bir yazar, tariflerine özel bir lezzet katan bu kadar malzemeyi nereden bulur? Okuduklarımız nasıl bu kadar dikkatimizi çekiyor ve bizi meşgul ediyor? İçlerindeki mesajı ve anlamı nasıl bu kadar rahatça özümsüyoruz? Fikirlerimizi ve değerlerimizi şekillendirebilen, güçlendirebilen veya onlara meydan okuyan bu anekdotların bolluğu nereden geliyor?
Bunun yanıtını yazar İş Yaşamında 100 Kanguru isimli kitabının hemen girişinde veriyor:
Türkiye’de rastlayabileceğiniz dört yapıda da çalıştım. 12 sene bu ülkedeki en hiyerarşik yapıda, Silahlı Kuvvetler’de üniforma giydim. Ardından hep şikâyet ettiğimiz her türlü yolsuzluk, torpil, rüşvet, politik ilişkinin yasal kılıflar altında yaşandığı bir devlet kuruluşunda bulundum, bu çamura girmemek için özel sektöre geçtim, patron şirketlerinde gariban kapıcıların üç kuruş maaşlarının bir gün repoda bekletilmeye çalışıldığı yapıları gördüm, şimdi ise düşüncelerimi dürüstçe aktarabildiğim bir yerde çalışıyorum. İngiltere’de bu konuda eğitimler aldım ve Batılılara bu konuda çok fazla eğitim verdim. Yani bu ülkede görebileceğiniz hemen her yapıda çalıştım, tadabileceğiniz her başarısızlığı, çuvallamayı da yaşadım. Kırmadığım pot, devirmediğim çam kalmadı. “Çok başarılıyım, tecrübe gani” demem gerektiğinin ben de bilincindeyim ama değil. Sıradan bir yöneticiyim. Liderliğim var mı harbi bilmiyorum bir tek, oynadığım futbol takımlarında hep kaptan oldum. Orda da küçükken topu olanı, büyüyünce de sesi biraz gür çıkanı kaptan yaparlar, ondandır.
30 Kitap, 150’ye Yakın İyilik Fikri, 3 Milyonun Üzerinde Okur
Ahmet Şerif İzgören, 1996 yılından bu yana kurucusu olduğu İzgören Eğitim ve Danışmanlık Firması ve Elma Yayınevi Yönetim Kurulu Başkanlığı görevini sürdürüyor. Çalıştığı kurumlarda sistem oluşturması ve yaptığı değişimlerle tanınıyor, dolayısıyla halen bu konularda Türk ve yabancı birçok kuruluşa, eğitim ve danışmanlık hizmeti veriyor. Toplam dört bini aşkın eğitim ve seminer vermiş. Bu eğitimlerin yarısı arkadaşlarıyla beraber başlattığı Türkiye Uğur Böcekleri Programı çerçevesinde verdiği gönüllü eğitimler. Programa katılan gençler, aldıkları eğitim sonrası çocuk esirgeme kurumları, cezaevleri ve ilköğretim okulları ile Anadolu’nun birçok kasaba ve köyünde dört yüz binden fazla vatandaşımıza ücretsiz eğitimler vermiş, yüz elliye yakın İyilik Fikri Projesine imza atmış.
Bu Toprakların Meseleleri
İzgören’in bazen içinde olduğu, bazen de ilk ağızdan dinlediği yaşanmış hikayeler sayesinde, binlerce insanın ortak duygusunu, bin yılın algısını, bu toprakların meselelerini okuyoruz. Hepsi de öğrenmeyi, büyümeyi ve belli bir bakış açısı kazanmayı sağlayan dersler içeriyor. Okuduğumuz sayfalar boyunca, çemberin dışına çıkmamış, pratiğe uygulanmamış, genelde Batı’dan devşirilmiş geniş teorilerden uzak durulduğunu fark ediyoruz.
Özellikle oluşturulmuş bu yerellik çatısını yazar şu şekilde anlatıyor:
Piyasada, her alanda iki tür kitap görüyorum. Birinci tür, Batı’ya süper hayran, “gâvur yapıyor arkadaş” grubu. Bunlar, Avrupalı ve Amerikan kaynaklı her örneğe tapıyor ve acayip beğeniyorlar. Bunların diğer ismi, “biz adam olmayız kardeşim” grubu.
Diğer tür de “ceddin deden, neslin baban” ekibi. Bunlara göre, biz ne yaptıysak doğru. Amerika ve Avrupa batmış, gitmiş, ağlayanları yok, orada iyi hiçbir şey yok.
Oysa baktığınızda Batılı şirketlerin ve çalışanların olumlu ve olumsuz yönleri, avantajları ve dezavantajları var. Aynısı bizim için de geçerli, bu ülke insanının müthiş yönleri var, bir de eksiklerimiz var. Objektif olmadığınız sürece, sadece kandırırsınız, en çok da kendinizi.
Hemen bir örnekle açıklayalım. Diyelim ki değişime hazır olmayı ele alan bir makale okuyorsunuz. Kodak firmasının dijital fotoğrafçılığa yenilişini, Blackbarry’lerin ortadan kalkışını, Ericsson ve Motorola’yı veya 2000 yılında Netflix’in ortaklık teklifine gülüp geçerek tarihin tozlu sayfalarına karışan Vhs kaset, DVD ve oyun kiralama sitesi Blockbuster’ı vs okuyacağınız garantidir, değil mi? İzgören ise, Sistem Liderliğini ele aldığı 100 Kanguru kitabında heybesinden yüzlerce Türkiyeli firma çıkarıyor. Tıpkı şunun gibi:
İstanbul’da bir yokuşta, yan yana birçok dükkan kaşağı, yani at fırçası yaparlar. Ustalardan biri, öğle yemeğinde diğer esnaf komşularına “Dostlar farkında mısınız, ordu artık otomobil, kamyon alıyor, atın, katırın sayısı gittikçe azalacak, ne yaparız biz ileride?” der. Ordu en büyük müşterileridir. Diğer ustalar gülerler, “Ne yani” derler. “Orduda atlar, katırlar bitecek mi? Güldürme bizi!” “Hem biz atadan beri kaşağı yaparız, başka iş bilmeyiz.” Usta, günlerce düşünür ve bir karar verir: Kaşağı işi bitecek, aslında ben ‘at fırçası işinde’ değilim, ‘fırça’ işindeyim!”
Diğer esnaf, dükkanlarını kapadı, hiçbiri yok, bizim ustanın adı “Lütfü Banat”, kendisi yok ama dükkanında 180 kişi çalışıyor, 400 çeşit ürün üretiliyor, yıllık cirosu 25 milyon dolar. İş, karlılık ve istihdam üretmeye devam ediyor. Lütfü Usta geleceğe bakmasa Banat diye bir firma olmayacaktı.
Bugüne bakıyorum. Bir yanda 2070 yılının insan kaynakları planlamasını yapan adamlar, öte yanda tüm stratejik yaklaşımı “Hele Ramazan bir geçsin de” şeklinde özetlenebilecek biz. Ayakta kalabilecek miyiz?
İş Yaşamında 100 Kanguruyu Neden Okumalısınız?
İş Yaşamında 100 Kanguru’da anlatılan Sistem Liderliği Modeli’ni inceleyen bilim adamlarından Doç. Dr. Hüseyin Araslı, “Dünyadaki tüm liderlik modellerinin liderlik ve yöneticilik vasıflarını ayrıştırmaya çalıştığı, ilk defa bir modelin bunları birleştirdiği” yorumunu getiriyor. Kitapta karmaşık ve büyük ölçekli sistemler geliştirme esnasında sorunlar ve çözümler denizinde kaybolmamanızı sağlayacak pratikler, araçları ve sistemler her bölümde hikayelerle anlatılıyor.
Sadece bir yöneticiyseniz insanları peşinizden sürükleyemezsiniz, sadece bir liderseniz insanları peşinizden sürüklersiniz ama nereye? Önemli olan liderlik ve yöneticilik vasıflarını bir arada bulunduran bir yaklaşımı uygulamaktır. Sistem Liderliği Modeli de bunu anlatıyor.
İnsanları peşinizden sürüklemek yerine beraberce, ortak oluşturduğunuz bir geleceğe doğru yürümek ve siz olmadığınızda da devamlı gelişimin sürmesi. Siz de bu kitapta iş kolunuz ne olursa olsun pratik uygulamalar ve ulaşılmak istenen sonuçlar gözetilerek oluşturulmuş bir Liderlik Modeli okuyacaksınız.
Bir Büyük Hikaye: Süleymaniye Camii ve Mimar Sinan
Sadece yöneticilik vasıflarına sahip olan insanlar, var olan bir yapıyı gayet güzel devam ettirirler. Liderler ise peşinden sürükledikleri gruplar yaratırlar. Bir sistem yaratma peşinde değillerdir. Lider olmadığı zaman grup dağılır. Bir sistem lideri, sistem liderliği modeli çerçevesinde kendisinden sonra da yaşayan devamlı gelişim ve değişim anlayışında bir sistem oluşturur. Elbette kitapta bununla ilgili de onlarca hikaye var:
Geçmiş zaman olur ki, Kanuni Sultan Süleyman adını taşıyacak olan Süleymaniye Camisi’nin yapımı için şu anki arsanın bulunduğu yeri beğenir. Mimar Sinan’ı da çağırtır araziye bakmaya, uygun olup olmadığını görmeye giderler. Mimar Sinan araziyi dikkatle inceler.
Padişah sorar: “Nasıl buldun Sinan?”
Koca Sinan cevap vermez ve araziye bakmaya devam eder. Vezirler, diğer devlet erkânı herkesin gözü Sinan’ın ve Kanuni’nin üzerindedir. Ortalık buz kesmiş, çıt çıkmamaktadır. Herkes padişahın ne yapacağını beklemektedir.
İğne düşse duyulacak bir sessizlik vardır. Mimar Sinan dikkatini toplamış araziye bakmaktadır.
Kanuni bir kere daha sorar: “Ne düşünürsün bre Sinan?”
Mimar Sinan gözlerini araziden ayırmaz ve cevap vermez. Herkes korkmuş şaşkın, Muhteşem Süleyman’ın gazabını, hiddetini beklemektedir. Padişah hiçbir şey söylemez.
Aradan bitmek bilmeyen bir süre daha geçer ve Mimar Sinan başını eğerek arsadan içeri girer. Herkes Sinan’ın onları duymadığını o kısa süre içerisinde tasarımını yapıp hayalinde oluşturduğu kemerlerden birine çarpmamak için kafasını eğerek boş arsaya girdiğini fark eder.
Kitaplar, zihnimizi dekore etmenin önemli bir yolu. Ahlaki olgunluğun, vicdanın, hassasiyetin, gönül ferahlığının imkânlarını onlar sayesinde keşfediyoruz. İnsanlar bu şekilde birleşiyor. Zihinler bağlantı kuruyor. Hayaller. Empati. Anlayış. Ve elbette idrak. O yüzden, bir ülke bile, önce destanlarla, hikayelerle kuruluyor.