Bu yazıyı paylaş
Bir çoğumuz için tanıdık bir alıntı üzerine bir şeyler yazmak istedim. Francesc Miralles, Ikigai – Japonların Uzun ve Mutlu Yaşam Sırrı isimli kitabında diyor ki;
“Japonlara göre insanın üç yüzü vardır. Birinci yüzü dünyaya gösterir. İkinci yüzü ailesi ve arkadaşlarına gösterir. Üçüncü yüzü kimseye göstermez. Bu yüz, kim olduğunuzun en gerçek yansımasıdır.”
Neden farklı yüzlere sahibiz? Ya da bizi bu farklı personalar içerisine sokan şey nedir? Maskelerimizi neden kullanıyoruz?
Günümüz dünyasında, dördüncü yüz olan “yüzsüzlük” de bu listeye dahil edilebilir, ama bugün, birinci yüz olan “dünyaya gösterdiğimiz yüz” kısmını, farklı bir pencereden değerlendirmek istedim.
Aslında her şeyin altında yatan üç değer var. Görülmek, duyulmak ve fark edilmek. Bu üç temel değerin, diğer tüm değerlerin ötesine, farklı bir küme içerisinde ele alınması gerektiğini düşünüyorum.
Bir şekilde fark edilmek istiyoruz. Bunun için birilerinin bizi görmesini bekliyor, sözlerimizin duyulmasını arzuluyoruz. Onun için dünyaya görülmek, duyulmak ve fark edilmek adına hemen her gün birinci maskemiz ile geziyoruz. Öyle ki, bu maske hayatımızın diğer tüm adımlarına da sirayet ediyor.
Herkes için değil ama okurların bir kısmı için geçerli olan bazı şeylerden bahsedeceğim. Lütfen tüm okurlar alınmasın. Ama bazı okurlar, farkında olmasalar da aşağıda belirttiğim davranışlar içerisindeler.
Sosyal Medya’da görünen biz ile gerçekte olan biz aynı değiliz. Plazalarda, masamızda çalışırken çizdiğimiz mutlu tablo da biz değiliz. Başkaları tarafından görülmek, duyulmak ve fark edilmek için o kıyafetleri giyiyor, o mekanlara gidiyor, beğenmediğimiz müziği dinliyor, gerekli gereksiz birçok etkinliğe katılıyor, haddinden fazla harcama yapıyor, sağlıklı olmak değil sosyalleşmek adına bir sürü spor aktiviteleri içerisinde giriyor, sadece Sosyal Medya üzerinde daha fazla görülmek için o mekandan bu mekana gidip bolca fotoğraflar paylaşıyor ve kendimizi “maskeli süvari” olarak gösteriyoruz.
Ya da sadece bir zümrenin içinde var olabilmek adına, gerekli gereksiz etkinlikler içerisine giriyor, gerçekte haz etmeyeceğimiz birçok bilgiyi edinmek için vakit harcıyorsunuz. (Bilgi, çok değerli bir şey. Ancak, gerçek amacı için o bilgiye sahip olmak önemli. Satın alamayacağınız tek şey olan zamanınızı, yarın bir işinize yaramayacak bilgilerle doldurmak ne derece faydalı; tartışılır.) O zümrenin dışına çıkıp, başka birine geçtiğimizde de sil baştan aynı süreçleri tekrar ediyoruz.
Kısırdöngü…
Adeta bir sarmal…
Örnekler çoğaltılabilir. Ama hemen hemen bu veya benzeri birçok şeyi yaşayan, hatırı sayılır bir kitle var. Dışarıya nasıl göründüğümüz, bizim belki de en zararlı maskemiz.
Çünkü O, biz değiliz! Hem de hiç değiliz. Bir süre sonra bu sanki bizmişiz gibi gelebilir. Hatta bu aksiyon ve aktivitelerden keyif de alabiliriz. Yaptığımız, gittiğimiz, gezdiğimiz, gördüğümüz her ne ise “tam da kendimi buldum” dedirtebilir.
Bunları hissetmek çok olağan. Çünkü tekrar ettikçe, o maske daha uzun süreler yüzümüzden çıkmayacak.
Bu maske, bizi öyle bir şekilde değiştiriyor ki kendimizi “O” sanıyoruz.
Kandırmayalım kendimizi.
Kabul edin. İsteseniz de istemeseniz de günün sonunda kendimizle kaldığımız ve sadece görülmek, duyulmak ve fark edilmek için tüm gün yaptıklarımızı sorguladığımızda, maskenin arkasından görmediğimiz şeyler su yüzüne çıkıyor.
Çalıştığımız kurumda nefret ettiğimiz arkadaşımızın yüzüne gülmek ve O’na sahte bir samimiyetle yaklaşmaktan haz etmiyoruz. Amirimiz bizi sevsin, aman işimden olmayayım diye olur olmaz her dediğine koşulsuzca evet diyoruz.
Bir yandan faturaları düşünürken, bir yandan da herkes o mekana gidiyor diye kredi kartı ekstrelerimizi kabartıyor veya ay sonunu getirmekte zorlanıyoruz.
Orada burada görülmek ve fark edilmek için türlü mekanlara gidiyor, spor aktivitelerine katılıyor ve sahte mutluluklar edineceğimiz ortamlarda bulunuyoruz.
Gerçekten sevdiğimiz veya değer verdiğimiz insanları hayatımızdan çıkartıyoruz. “Görülmek, duyulmak ve fark edilmek” sarhoşluğu içinde bunu yapmaktan hiç gocunmuyoruz. Kaybettiğimizi geç anlıyor ve bunu anladığımızda da geri atma teşebbüsünde bulun-a-mıyoruz.
Aslında sadece görülmek, duyulmak ve fark edilmek istiyoruz.
Bunu yaparken, kendimizi görmüyor, iç sesimizi duymuyor ve kendimiz ve çevremizdeki diğer değişiklikleri fark edemiyoruz. Dünyaya gösterdiğimiz yüzümüz bizi kör, sağır ve dilsiz bir hale getiriyor, anladığımızda ise çoğunlukla geç kalmış oluyoruz.
Ne yapacağız?
Bu konuda, Mevlana’nın en bilinen sözü “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol”, çıkış için en değerli başlangıç şifresi olacaktır.
Kişiliğimiz ile görülmek, duyulmak ve fark edilmek önemlidir. En değerli özelliğimiz kişiliğimizdir. Kişiliğimiz ile olmak, bizim çevremizden kıymet görmemizi sağlayacaktır. Bizi olduğumuz halimiz ile kabul etmeyecek kişi veya toplum, zaten ait olmadığımız bir noktadadır. Bu sözün geçtiği mısraları anımsayalım.
Güneş gibi ol şefkatte, merhamette.
Gece gibi ol ayıpları örtmekte.
Akarsu gibi ol keremde, cömertlikte.
Ölü gibi ol öfkede, asabiyette.
Toprak gibi ol tevazuda, mahviyette.
Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.
Merak etmeyin; insan kendisi olduğunda da görülür, duyulur ve fark edilir. Bırakın toplum maskeleriyle dolaşsın. Sizin, kendiniz olmanız bile, o maskeli baloda görülmenizi, duyulmanızı ve fark edilmenizi sağlar.
Kendinize inanın ve güvenin. Kişiliğiniz inanç ve güvenle sağlamlaşır. Sizin, gerçekten maskelere ihtiyacınız yok!
Fotoğraf: pexels.com