Çocuk Kitabı Yazmak Düşündüğünüzden Zor Olabilir
Bu makaleyi paylaş
“Edebiyatla bir çocuğa her şeyi anlatabilirsiniz ama iş nasıl anlatacağınıza geldiğinde süreç kıvrandırıcı olabilir. Çocuk kitabı yazmak zordur.“
Şiirsel Taş. Aslen hekim, sonradan olma çocuk kitapları emekçisi. Özü itibariyle orman çocuğu. Çocuklar için yazıyor, bilim kitapları çeviriyor. Öğrenmek deyince aklımıza ilk önce kitaplar gelmesinden hareketle, kendisiyle çocuk kitapları dünyasını konuştuk. Taze çocuk zihninde kitaplar nasıl bir yer tutuyor?
Hem iyi kitap seçmek isteyenler, hem de kim bilir günün birinde çocuklar için kitap yazmak isteyenler için pusula niteliğindeki söyleşimizde sözü kendisine bırakıyoruz.
Çocuk kitaplarının öğrenme yolculuğunda doğrudan bir işlevi olduğu düşüncesine katılıyor musunuz?
Hayat boyu attığımız her adım öğrenme yolculuğunun bir parçası. Çocukluğumuzda ya da sonrasında okuduğumuz kitaplar da öyle. Ama bu, her kitabın çocuğun öğrenme sürecinde “doğrudan” işlevi olmasını zorunlu kılmaz. Bu işlevi çoğunlukla yetişkin olarak biz yüklüyoruz kitaba. Çocuk kitaptan ne kadar çok şey öğrenirse kitap o kadar kıymetlidir düşüncesi doğru gelmiyor bana.
“Çocuk kitapları”nın kapsamı çok geniş aslında, o yüzden konuşurken “çocuk kitabı” ile “çocuk edebiyatı”nı aynı anlamda kullanmak kafa karıştırıcı olabiliyor. Yetişkinlerin okuduğu kitaplardan bahsederken roman deriz, şiir kitabı deriz, tarih kitabı deriz, kişisel gelişim kitabı deriz. Ama çocuk tarafına geldiğimizde pek çok farklı türün hepsini alıp aynı çuvala tıkıyoruz. Bu çuvalın içinde çocuk edebiyatı da var, kurgu dışı kitaplar da, pedagojik maksatla yazılmış kitaplar da.
Bunların bir kısmı elbette ki tamamen işlevsel olan ve öğrenme sürecine doğrudan katılan, zaten bu amaçla üretilmiş kitaplar. Lakin çocuk edebiyatından söz ediyorsak “çıkarım”, “kazanım” gibi sözcüklerden köşe bucak kaçmak gerektiğini düşünüyorum. Çünkü yetişkin olarak kendi okuduğumuz edebi eserlere böyle bakmıyoruz, bu niyetle okumuyoruz. Sonrasında o metinler üzerine yazılmış analizleri okuyacak kadar derinleşsek bile en azından en başında, bir romanın kapağına açarken amacımız öğrenmek olmuyor. Bence okumaya başlarken hissettiğimiz ilk duygu çok kıymetli: merak. Bu kitapta ne yazıyor acaba? Ve ilk amacımız da bu merakı gidermek.
Hayatın içinde işlevselliğe şahsen fazlasıyla inanmış ve bel bağlamış biri olmama rağmen edebiyatın ya da sanatın herhangi bir dalının, yetişkin tarafından çocuğun hayatında doğrudan işlevselleştirilmesini açıkçası sorunlu buluyorum. Bir öyküyü ya da romanı salt “öğreten nesne”ye indirgediğiniz zaman onun keyif verme, merak uyandırma gibi belki bir yığın başka işlevinin üstünü örtmüş oluyorsunuz. Dahası öğrenmeyi merak ve keyif kadar teşvik edecek ne olabilir ki zaten? Özellikle çocuk edebiyatının, bizim ebeveyn ya da öğretmen olarak kitaba yüklemeye çalıştığımız işlevlerden bağımsız olarak, kendi doğal haliyle çocuğun hayatında var olması bana en doğrusuymuş gibi geliyor.
Keşif ve oyunun öğrenme yolculuğundaki yeri nedir?
Öğrenme döngüsünde merak, başlangıç noktası; oyun, çocuğun farkında bile olmadan kullandığı en başarılı yöntem; keşifse az önce sözünü ettiğim ödülün ta kendisi. Merak edip keşfettiğiniz şey başka bir merakın mayası olunca merak keşfi, keşif merakı besler, oyun da aradaki köprüyü kurar. Bence yetişkinde de aynı şekilde işliyor bu döngü, sadece kullandığımız ana yöntem oyun olmaktan çıkıyor ya da biz yönteme daha ciddi ve fiyakalı isimler yakıştırıyoruz.
Çocuğun kullandığı yöntem olarak oyundan kastım, yetişkin tarafından yapılandırılmış, kuralları belli oyunlar değil elbette. Çocuğun kendisinin kurguladığı oyunları kastediyorum. Oyun oynamayan çocuğun olgunlaşamayacağını söylüyor Ursula K. Le Guin ve “Yetişkin zihninin özgür oyunu ise Savaş ve Barış veya Görecelik Kuramı’yla sonuçlanabilir,” diyor. Ne kadar haklı! Yazmak da yazarın oyun alanı değil mi zaten?
Özellikle çocuklar ve bilim eğitimi alanında çalışmalarıyla tanınan Olga Jarrett, hazır deney setlerinin, ders kitaplarının keşif ve öğrenme sürecini desteklemekten çok uzak olduğunu savunur. Deney setleri birtakım yönergelerden oluşur. Başı bellidir, sonu bellidir. Sürprizsizdir. Böyle bir süreçte keşfe ve heyecana yer yoktur. Hatta süreç düpedüz sıkıcıdır. Buna karşılık doğada olmanın bin bir güzelliğinden biri de bakmayı, dinlemeyi, bütün duyularınızı açmayı bilirseniz sizi şaşırtması ve heyecanlandırmasıdır. Her an bir sürprizle karşılaşabilirsiniz. Bir gün gördüğünüzü ertesi gün göremeyebilirsiniz. Bir an bir kuşun ötüşü dikkatinizi çeker, bir an ağaca tırmanan bir sincap. Bazı şeyler hızla değişir. O kuş ve o sincap az sonra aynı yerde olmayabilir.
Öte yandan bu hızlı değişimin içinde bazı varlıklar da kalıcılığıyla dikkatinizi çeker. Kuşun tünediği, sincabın tırmandığı ağaçla mesela. Her gün aynı yere gider, yeterince uzun süre izlerseniz bütün bu değişimin aslında döngüsel bir tekrar içinde olduğunu fark edersiniz. Ve kabaca özetlediğim bu tablonun içinde türlü çeşit gizem ve detayla karşılaşırsınız. Büyüsü bozulmamış bir şeyler vardır orada. Hiçbir deney setinin içinde bulamayacağınız türden şeyler. O yüzden sadece çocuk için değil hepimiz için en büyük keşif, oyun ve öğrenme alanıdır doğa.
Aşırı akılcı yaklaşımlar yaratıcılığı öldürüyor mu?
Açıkçası önüne “uç” ya da “aşırı” gelen her nitelemenin istenmeyen etkileri olabileceğine inanıyorum. Yapı itibariyle “ne ifrat ne tefrit” diyenlerdenim.
Yaratıcılık öldürülebilir mi bilmiyorum ama en azından sistemli, planlı programlı bir “eğitim”le ciddi biçimde hasara uğratılabilir. Hep merak ederim, resim yapmayı seven pek çok çocuk okula başladıktan bir süre sonra niye bu sevdadan vazgeçer? Daha “ciddi” işlerle meşgul olmalarını beklediğimiz için mi? Uyum sağlamaya çalıştıkları bu yeni ve hızlı tempo, hayatlarında bu tür keyiflere zaman bırakmadığı için mi? Diğer derslerin arasında resim derslerinin sayısı yetersiz olduğu için mi? Yoksa hayatlarına artık resim “dersi” diye yapılandırılmış bir faaliyet girdiği için mi?
Bu çağın eğitim anlayışı ağırlıklı olarak çocuğun aklına sesleniyor, ruhuna değil. Biliş her şeyin önüne geçti ve “farklı bilme biçimleri” olduğu unutuldu. Sezgiler, duygular bir kenara kondu. Belki de bu yüzden çocuklar –ve aslında biz yetişkinler de– duygularımızı ifade edemez hale geldik. Daha da kötüsü bence bazı duyguları “hissedemez” hale geldik. Değerlerdeki kayıp “değerler eğitimi kitapları”nı doğurdu, duyguları ifade etme becerisindeki kayıp ise “duygu eğitimi kitapları”nı. Oysa yaratıcılık aklın, duyguların, sezgilerin bütününden besleniyor.
Bir temaya dair çok sayıda kitap üretilmeye başlanmışsa inanın o konuda ciddi bir toplumsal, hatta günümüzün ağ toplumunu düşünecek olursak küresel bir sorun yaşanıyor demektir. “Çevreci” kitapları düşünün. Niye “iklim krizi”, “küresel ısınma,” “geri dönüşüm” temalı bu kadar çok çocuk kitabı üretiyoruz?
Elimde bir istatistik yok ama gördüğüm kadarıyla ister edebiyat eseri olsun ister popüler bilim kitapları –bilimsel literatürü bunun tamamen dışında bırakıyorum elbette– yetişkinlere yönelik kitaplar arasında çocuk kitaplarında olduğu kadar ağırlığı yok bu alanın. Bizim ve bizden önceki kuşakların yarattığı bir sorunu çözmeleri için gelecek kuşaklara güveniyor, onlarda “farkındalık” yaratmaya çalışıyoruz değil mi? Ve bunu nasıl yapıyoruz? Bütün bu sorunların kökeninde çoğalma, büyüme ve tüketim olduğunu bile bile yine aynı yöntemi kullanarak, sürekli kitap ya da başka malzemeler üretiyor, kitabı çocuğun gözünde basbayağı tüketim nesnesi haline getiriyoruz. Alanın içinden biri olarak sebebini anlıyorum ama yöntemin doğru olduğuna inanmıyorum. Yöntem akılcı mı? Evet, aşırı akılcı. Ama toprağı avuçlamamış bir çocuğa toprak ekosistemini yirmi ayrı kitapla anlatmak bana doğru gelmiyor. Bu yöntemle hiçbir soruna “yaratıcı” bir çözüm üretebileceğimizi düşünmediğim gibi bunun çocukların yaratıcılığına bir katkısı olacağını da sanmıyorum.
Çocuk kitabı zor bir alan, birçoklarımız kolay olacağını düşünürüz, bu ne derece doğru?
Hiçbir işi hakkını vererek yapmak kolay değil ve her işi baştan savma yapmak yeterince kolay. Le Guin bence yazma ve edebiyat alanında bu meseleyi çok güzel özetlemiş. Diyor ki, “İki yaşlarındayken bir dili öğrenmiş olup o gün bu gündür bu dili konuşan insanlar, belli bir haklılık payıyla, anadillerini bildikleri inancını taşırlar, ancak bildikleri konuşma dilidir; az okurlar, çöp okurlar ve fazla yazmazlarsa, yazıları yaklaşık olarak konuşmaları iki yaşındayken neyse o olacaktır.”
Temel sorun burada galiba. Le Guin’in ifade ettiği o olgunlaşmamış, daha doğrusu güdük kalmış dille çocuk kitabı –yazılamaz demiyorum çünkü yazılabilir– yazılmasa daha iyi olur bence. Yazma çabasının uzun ve zahmetli bir süreç olduğunu peşinen kabul etmekle işe başlamak en doğrusu. Yazı dilinizin iki yaş olgunluğunda olması iki yaşındaki çocuklar için kitap yazabileceğiniz anlamına gelmez. Le Guin bize formülü vermiş: Çok okuyun, çöp okumayın, çok yazın diyor. Aynı formülü çocuk kitapları için de kullanabilirsiniz.
Dahası çocuklar için yazarken, yetişkinler için yazdığınızda hiç de gözetmek zorunda olmadığınız, sizi zora sokan, yazma becerinize düpedüz meydan okuyan sorunlarla karşılaşıyorsunuz. Yazının çok temel iki bileşeni var: Neyi anlattığınız ve nasıl anlattığınız. Edebiyatla bir çocuğa her şeyi anlatabilirsiniz ama iş nasıl anlatacağınıza geldiğinde süreç kıvrandırıcı olabilir. Bir yanda yazar olarak anlatmak istediğiniz mesele vardır, bir yanda çocuk okura karşı sorumluluklarınız. Otosansürden kaçarken sansüre yakalanma tehlikesi bence çocuk edebiyatında giderek büyüyen bir tehdit. Neyi nasıl anlatacağınızı okurunuza duyduğunuz saygıyla üzerinde uzun uzun düşünüp kafa yorarak yazıyorsanız ben buna otosansür demem.
Ama siz üzerinize düşeni yaptığınız halde –kaldı ki bu işin bir de editöryal boyutu ve editörle birlikte yayınevinin üstlendiği önemli bir sorumluluk tarafı var– birileri çıkıp kitabınızın çocuklara uygun olmadığını ilan ederse buna sansür derim. Çocuk kitapları yazarının bu zihniyete karşı mücadele vermesi de önemli ve inanın mevcut durum çocuklar için yazma sürecini daha da zorlaştırıyor. Ama etliye sütlüye bulaşmayan, vasatı aşmayan, var olan tonlarca kitabın üzerine bir yenisini eklenmek istiyorsanız orası daha konforlu bir alan. Benim sözünü ettiğim şair ve edebiyat eleştirmeni W. H. Auden’ın tanımına uyan kitaplar. “Sadece yetişkinlerin okuyabileceği iyi kitaplar, kitabı anlayabilmek için yetişkin tecrübesi gerektirir ama sadece çocukların okuyabileceği iyi kitap diye bir şey yoktur.” İyi bir çocuk kitabının her yaştan okuru olabilmeli. İşte böyle bir kitabı yazabilmek sanıldığı kadar kolay değil.
Hayal güçleri hepimizden canlı olan çocuklarla ilgili yapılacak her işte akılda tutulması gereken temel prensipler sizce neler?
Temel ilke: Önce zarar verme! Her işte akılda tutulması gereken temel ilke bu aslında. Ve fırsat eşitliği sağlamak… Bir çocuk ne mutlak bir yokluk, yoksunluk içinde yaşamayı hak eder ne de önüne serilen imkânlar ve fırsat bolluğu içinde boğulmayı. İkisi uç da insanı şirazesinden çıkarır. Yalın ama yeterli bir yaşama bütün yetişkinler kani olsaydı eminim ki çocuklar çok daha mutlu olurdu.
Çocuklar için yaptığımızı düşündüğümüz çoğu şeyi derinlemesine sorguladığımızda neyi hangi ölçüde “gerçekten” onlar için yaptığımızdan emin değilim. Bu soruyu her yetişkinin kendisine sorması ve yanıt verirken de en azından kendine karşı dürüst olması gerektiğini düşünüyorum. Görünürde hepimiz için esas olan hakikaten çocukların sağlıklı, iyi, mutlu olmaları, kendi ayakları üzerinde duran bağımsız bireylere dönüşmeleri. Ama izlediğimiz yola bakarsanız hiç de memnun olmadığımız bir sisteme (memnun olanları tenzih ederim), imkânlarımız elverdiğince o sistemin “nimetlerinden” faydalanarak ve “yöntemlerini” kullanarak “eleman” yetiştiriyoruz aslında.
Anaokulundan üniversiteye bu süreç böyle işliyor. Alternatif girişimler, iyi niyetli yaklaşımlar yok değil ama hiçbiri yeterince uzun ömürlü olmuyor, dahası yeterince yaygınlaşıp başat bir alternatife dönüşemiyor. Dolayısıyla bu yaman çelişki çocuğun evreninde çok temel bir belirleyici. Açıkçası yakın zamanda bu konuda köklü bir değişim olabileceğini hiç sanmıyorum, uzak geleceğe dair umutlarımı canlı tutmaya çalışıyorum.
Özgeçmiş
Aslen hekim, sonradan olma çocuk kitapları emekçisi. Özü itibariyle orman çocuğu. Çocuklar için yazıyor, bilim kitapları çeviriyor. Çocukluğunun en güzel güzel günleri bir tavuk çiftliğinde ve İstanbul’un göbeğinde kırlık bir bayırda geçti. Börtü böceği, kurdu kuşu, cümle mahlûkatı kardeş bildi. Sade kahveyi, kızının pişirdiği kurabiyeleri, deniz ve yağmur kokusunu, kış güneşini, taşı toprağı, otu yaprağı, az konuşup çok dinlemeyi, uzun yürüyüşleri seviyor. Yarım asırlık bir çınarla yaşıt.
Eserleri: Kim Korkar Mavi Kurttan? (çizen: Özlem Özden), Kar Benek Kara Benek (çizen: Özlem Özden), Sol Sağ Kitabım (çizen: Gökçe Akgül), Balaban (çizen: Duygu Topçu), Büyük Sevbeni (çizen: Akın Düzakın), Düşkurdu Bir Düş Kurdu (çizen: Oğuz Demir), Börtü Böcek Güncesi (çizen: Gökçe Akgül), Zincir (çizen: Gökçe Akgül), Sekoyana’nın Kapıları (çizen: Oğuz Demir), Sözcü Koyunların Sözcük Oyunları (çizen: Gökçe Akgül), Kurda Kuşa Aşa (çizen: Zeynep Özatalay).
Çevirdiği çocuk/gençlik kitaplarından bazıları: (kurgu) Ayı Olmayan Ayı, Mucizeleri Saymak, Yılan ile Kertenkele, Stellaluna; (kurgu dışı) Türlerin Kökeni, İnsan Vücudu Tiyatrosu, İlk Kuantum Fiziği Kitabım.
Çevirdiği yetişkin kitaplarından bazıları: Neden Çocuk Kitapları Okumalıyız? NöroLojik, İnsanın Kusurları, İnsan Denen Hayvan, Delişmenlik Çağı, İnsan Vücuduna Seyahat, Mikrobiyota, Kuantum Sınırında Yaşam, Transandans.