Bu yazıyı paylaş
Tuğba Dedeoğlu Demir’in hazırlayıp sunduğu ve St. Endüstri Radyo’da yayınlanan ‘Lider Kadınlar’ programının konuklarını her ay buraya da konuk ediyoruz.
İlk konuğumuz Marka danışmanı ve yazar Banu Samancı. Kendisinden hayallerdeki fikri başarılı bir markaya dönüştürmenin formüllerini dinleyelim.
Ben Tuğba Dedeoğlu Demir. Lider Kadınlar temalı söyleşilerimizin bu haftaki konuğu, sevgili Banu Samancı. Banu Samancı marka uzmanı, tasarımcı ve yazar. Türkiye’yi dolaşarak kadın girişimcilere “kendi markanızı nasıl pişirirsiniz” adı altında seminerler düzenliyor. Evet, Banu Samancı, markamızı nasıl pişiririz?
– Çok lezzetli. Özellikle de paylaşmaya değer bir şekilde pişirmemiz lazım. Böyle güzel bir söyleşide beni ağırladığınız için öncelikle çok teşekkür ederim Tuğba Hanımcığım. Tüm Türkiye’ye gerçekten büyük fayda sağlayacak bir söyleşi dizisi yapıyorsun. Özellikle kadın girişimciler için büyük bir ihtiyaç var. Bizim kadınlarımız üretmeyi gerçekten çok iyi biliyorlar. Yaratıcılar, çalışkanlar. Ama maalesef, biraz pazarlama noktasında bilgiye ihtiyacımız var. Ve yemeği ne kadar güzel yapıyor olursak olalım, onu kimin yiyeceğini bilmezsek, doğru çalışmayı hazırlamazsak, nasıl farklılaşacağımızı doğru belirlemezsek, maalesef yeterli düzeyde paylaşmaya değer ürünler ortaya koyamıyoruz.
Doğru söylüyorsunuz. Şimdi öncelikle senin “Markanızı Nasıl Pişirirsiniz?” isimli enteresan kitabından bahis açmak istiyorum. Öncelikle bu fikir nasıl ortaya çıktı? Biz yıllar yıllar önce, kaç sene oldu bilmiyorum, 5 sene falan olmuştur herhalde…
– Olmuştur.
Seninle bir araya geldiğimizde bu kitap için hazırlandığından bahsetmiştin. Bu kitap fikri nereden doğdu? Niye girişimcilik ve yemek birleşti? Senin yemekle ilgili teşvik-i mesain nasıl oluştu, nasıl ilerledi? Evvela bu konu üzerine konuşalım. Sonra ikinci etapta konuşmak istediğim mevzu şu: Çok önemli bir proje yürütüyorsun. Tüm Türkiye’yi dolaşıyorsun ve bunun için bir fon aldın aslında. Bu fon alma meselesini de kadın girişimciler, aslında bütün girişimciler, kadın erkek diye ayırmamak lazım, herkes çok merak ediyor. Zorlu bir süreç.
– Kitap, tabii, 20 yılın birikimiyle doğdu aslında. Ben Mimar Sinan Sosyoloji mezunuyum. Sonrasında Amerika’da pazarlama ve dijital tasarım, multimedya tasarımı eğitimi aldım. Eşim de iktisat mezunuydu. O da daha sonra aşçılık okudu ve aşçı oldu. Ben orada iş hayatına başladım. Büyük reklam ajansları, pazarlama ajansları, firmalarla çalışma imkanını buldum. Ardından kendi ajansımı kurdum. Birçok büyük müşteriye çalıştım.
Beş yıl sonra Türkiye’ye döndük. Burada da büyük firmalarda yöneticilik, pazarlama müdürlüğü, kurumsal iletişim müdürlüğü yaptım. Aynı zamanda kendi müşterilerime de pazarlama ve multimedya tasarımı konusunda hizmet verdim. Tüm bu bilgilerle birlikte insan, özellikle 30 yaşını geçtikten sonra -bilhassa kadınlarda oluyordur belki, bilmiyorum- biraz içe dönmeye başlıyorsunuz. “Tüm bu öğrendiklerimi daha çok insana nasıl ulaştırabilirim? Topluma nasıl fayda sağlayabilirim?” sorularını sormaya başladım. Kadınların aslında -kendi annemde ve etrafımdaki diğer annelerde de buna şahit oldum- hep üretmek istediklerini, “keşke”lerle yaşadıklarını, “keşke şunu yapsaydım, keşke o dükkanı açsaydım, keşke çiçekçi dükkanım olsaydı” vs. dediklerini, bunları söylerken de gözlerinin dolduğunu çokça gördüm. Ben de kendi müşterilerime baktığımda, ilginç bir şekilde, yüzde 95’inin kadın girişimcilerden oluştuğunu fark ettim. Haliyle kadınlar için bir çalışma yapmak istedim.
Kitaplara baktığım zaman, maalesef ki kültürümüze uygun bir pazarlama kitabının olmadığını fark ettim. Genelde tercüme kitaplar, daha ziyade Amerikan ve Avrupa kültüründen okuyucular için uygun olan çalışmalar vardı. Pazarlamanın temel reçetelerinde tabii ki bunların hepsi aynı, ama örneğin annemize ya da babamıza, bir girişimci olmak niyetiyle işimizi bırakıyoruz dediğimizde, “Aman kızım, güvenli işini bırakma, aman sigortanı kaybetme,” gibi ciddi tepkilerle karşılaşıyoruz. Yani korkularla büyüyoruz. O yüzden de girişimciliğe hazır değiliz.
Şimdi tam da bunu soracaktım. Yani sen de aslında iyi para kazandığın bir kurumsal hayatı bıraktın, değil mi?
-Evet.
Sadece pazarlama öğretmiyorsun.
-Çok doğru.
Ya da girişimcilik anlatmıyorsun. Peki, tam da onu soracaktım, bu geçiş sürecinde senin korkuların var mıydı? Bir formülü var mı bu korkuları yenmenin?
– Elbette! Açıkçası ben bu korkuları ilk Amerika’da yendim. Çünkü Amerika’da kendi işimi yaparken, hiç bilmediğim bir ortamdaydım. Çok büyük firmalara çok da genç yaşlarda iş yapıyordum. 22-23 yaşlarındayken hep kendi işimi yaptım aynı zamanda. Gidip kendimi sunma imkânım, müşteri nasıl kazanılır, nasıl bulunur, bunları deneyimleme fırsatım oldu. O yüzden biraz erken yaşlarda bu konularda pişme şansını yakaladım. Bu tecrübelerime de kitabın en başında yer verdim aslında. Çünkü bir yabancı, bir Amerikalı, bir Avrupalı bu korkularla başlamıyor işe. Onlar zaten gayet ayakları üzerinde durup daha bireysel hareket edebilen kişiler. Ama bizde maalesef bu korkular var.
O yüzden de kitabın en başı, korkularınızla nasıl baş edebilirsiniz, diye başlıyor ve bununla başa çıkmanın aslında en basit yolu: mükemmel olmayı beklememek. Çünkü ilk yaptığınız işte belki hemen başarılı olamayabilirsiniz. Fakat böylece nerede başarılı olmadığınızı öğrenirseniz, bir sonrakinde başarılı olursunuz. Bu nedenle mükemmellik beklentisi aslında büyük bir sorun. Diğer yardımcı olabilecek bir husus da bir yerden başlamak. Bu benim kendi mottomdur. Hiç ertelemeyin fikirlerinizi, yapacağınız en güzel şey başlamak. Nereden başlayacaksınız? Girin internete. Araştırmak istediğiniz konularla ilgili okumaya başlayın. Karşılaştırma yapmadan yola koyulun; sizden daha iyi, daha başarılı kişilerle sürekli oturup kendinizi “aman o öyle yapmış bu böyle yapmış” diye kıyaslamak hiçbir işe yaramaz. Önemli olan sizin başarınız, siz başlayın sonra onlar sizi örnek alırlar. O yüzden korkularla başlıyoruz. Sonrasında iş fikrimiz, hayalimiz, ticari hayatta başarılı olur olmaz diye bir testimiz var. Bununla devam ediyoruz. Ve ardından iş planı, marka tasarımı. 10 maddede markamızı nasıl tasarlarız? Dijital tasarım, marka hikayemiz, karakterimiz, amacımız, misyonumuz… hepsi kitapta, A’dan Z’ye reçete reçete mevcut. Her şekilde işinizi, markanızı doğru ve başarılı şekilde kurmanız için bir başucu kitabı olarak, gerek müşterilerim gerek arkadaşlarım, keza öğrencilerim üniversitede böyle bir yardımcı kitap var mı diye soruyorlardı. Olmadığını görünce de ben yazdım açıkçası.
Ben de çok keyifle okudum kitabını. Hatta çalıştım da bazı bölümlerini. “Markanızı Nasıl Pişirirsiniz?” kitabını bence her girişimci alıp okumalı hatta uygulamalı, içinde bir sürü uygulayabileceğiniz test kıvamında ya da kendi analizlerinizi yapıp doğru yolda olup olmadığınızı görebileceğiniz içerikler var. Şimdi, konu konuyu açıyor tabii, peki bizim mükemmeliyetçi bir tarafımız var, değil mi?
– Doğru.
Ve hep diyoruz ki işte: “Şu olmazsa olmaz. Beşinci seviyeden başlamayacaksam hiç başlamayayım” gibi… Halbuki sen diyorsun ki olabilecek en basit noktadan başlayın.
– Çok doğru.
Bunu biraz açalım mı? Ben de bir girişimciyim ve çevremdeki çoğu insan, “Yeteri kadar param yok,” ya da “Bağdat Caddesi’nde değil de bir arka sokakta açarsam işlemez,” gibi bir sürü engel koyuyorlar. Aslında kendi engellerimizi kendimiz yaratıyoruz. En basitten başlama meselesi ise bence çok doğru bir tespit. Ama niye başlayamıyoruz acaba?
– Çok güzel söyledin. Özellikle “kendi engellerimizi kendimiz yaratıyoruz” sözün sorunu çok iyi çerçeveliyor, iyi anlatıyor. Niye başlayamıyoruz? Benim tecrübemden edindiğim bir bilgi var: insanlar bir işte yeterli bilgi sahibi olmadıklarında -ki bu 10.000 saat olarak da telaffuz edilebiliyor – eğer yeterli bilgimiz yoksa, harekete geçemiyoruz. Çünkü güven sorunumuz var. Beynimiz bu konuyla ilgili bize sinyal veriyor: Senin yeterli bilgin yok! Tam olarak hakim olmadığımızda, o konuya dair bence aksiyona geçemiyoruz. Çünkü korkular, güvensizlikler ağır basıyor. Fakat aslında kendimize hayali, sanal engeller oluşturmaya başlıyoruz, ki risk almayalım. Çünkü insanoğlunun evrimleşme süreci böyle. Yaşadığı sorunları öğreniyor. Sonrasında bunları daha yaşamadan nasıl kendimizi koruyabileceğimizi öğretiyor evrim.
Elimizi ateşe sokmuşsak, bir daha elimizi ateşe sokmamaya çalışıyoruz. Ama girişimcilik ateşe sokmak sokmamak meselesi değil aslında. Bilgiyi öğrenip sokup sokmayacağınıza karar vermek. İşte bu zaten analiz, pazar araştırması süreci. Yani zaten yapmamız gereken şey. Nereden başlayalım? İlk önce konumuz neyse onu okumaya, öğrenmeye başlamamız lazım. Ben öğrencilerime de hep bunu söylüyorum. Yiyecek içecek öğrencilerinin hepsi geleceğin aşçıları ve hepsi tabii ki mezun olur olmaz kendi restoranlarını açmayı düşünüyorlar. Ama hiç tecrübeleri yok. İlk yapılması gereken şey önce tecrübe edinmek. Girip bir yerde çalışabilirsiniz. Hayalini kurduğunuz işle ilgili tecrübenizi artırmanız lazım. Çünkü yalnızca mantık ve matematik de değil bazen, ki bunlar çok önemli, ama beraberinde psikolojik süreçler de var.
Ben kitabı yazdıktan sonra, her ne kadar uzun süre danışmanlık vermiş olsak da yiyecek içecek sektöründe, birebir bu reçeteleri denemek için de bir yer açtım. Başta kitaptaki reçeteleri denedim, Hava Su Kafe isminde bir kafe açtım ve onun nasıl başarıya ulaştığını da denemiş oldum aslında. Her ne kadar pazarlamayı çok iyi biliyor olsam da, birçok şeyi yazdık, çizdik iş planı halinde; bütün her şeyiyle hazırlamış olmama rağmen psikolojik süreçte ne kadar yorucu olduğunu bizzat yaşayarak gördüm. Çünkü pazartesi günleri kapalı oluyorduk ama ona rağmen 10 kilo verdim, size öyle söyleyeyim. İlk kafeyi açtıktan sonra 2 ay içinde direkt 10 kilo verdim. Çünkü koşturma durumundasınız. İş beklemiyor. Hizmet sektörünün bir de böyle bir yönü var. Evet, yazılı olanlar başka. Dışarıdan her şeye müşteri olarak baktığınızda çok şirin gözükebiliyor ama arka tarafta sizin ufak bir operasyon için bile sabahın köründe kalkmanız gerekiyor; çay demlemenizin hazırlığı bile 40 dakika sürüyor. Sizin saat 7’de açmanız lazım dükkanı. 6.30’ta kalkmanız lazım. Akşamleyin 8’de kapanan bir yerin bile her şeyini yaptıktan sonra eve varmanız saat 11’i buluyor. Temizliği, toplanması vs. Yattınız saat 12. Kalktınız gene saat 6 ve bu sürekli devam ediyor. Sürekli hareket halindesiniz. O yüzden psikolojik kısmını da öğrenmeniz, tecrübe etmeniz lazım.
Bir şeye karar vermeden önce, eğer sürekli kendinizi engelliyorsanız, demek ki yeterli bilgiye sahip değilsiniz. Duygusal ve mantıki olarak. O yüzden mümkün olduğunca bu kısmı tamamlarsanız, sonra bir anda karar verip “evet, hazırım, yapıyorum,” diyebilirsiniz.
Kitapta bir sözünüz vardı. “En büyük savaş kendine karşı verdiğin savaştır” diye. Bu, biraz öyle galiba değil mi?
– Öyle tabii. Dışarıda gördüğümüz her şey, aslında kendi yansımamız. Ben öyle inanıyorum. Başkalarına sinirleniyorsanız, demek ki sizinle ilgili de sorunlar var. O yüzden başkalarına değil, ilerlemek ve gelişmek istiyorsak, öncelikle kendimize bakmalıyız. Kendi eksiklerimizi tespit etmeliyiz. Kendimizi geliştirmeliyiz. Kendi savaşımızı verirsek bence zaten birçok şeyi başarabiliriz. Başkalarıyla savaşmamız bize bir fayda sağlamayacaktır. O yüzden de kendimizle olan savaşımızı kazanırsak ve mutlu, üreten bireyler ve kadınlar haline gelebilirsek, ailemizi de çocuklarımızı da mutlu ve üretken olabilecekleri şekilde yetiştirebilir, çevremize bu güzel enerjimizi yayabiliriz.
Sen hem Amerika’da yaşadın hem de Türkiye’de. İki tarafın da pazarlama ve satışla ilgili stratejilerini çok iyi biliyorsun. İlk sorum şu olacak: Dünyadaki genel pazarlama trendlerinden bize biraz bahseder misin? Sen çok yakından takip ediyorsun, biliyorum. İkinci sorum da şu: Tüm dünyada uygulanan pazarlama stratejileriyle, Türkiye’de sahada yapılan stratejiler birbirine uyuyor mu? Türkiye’nin dinamikleri farklı mı? Yani ben Amerika’da bir şirket kurduğumda onun pazarlaması farklı mı olmalı?
– Çok güzel bir soru, çok teşekkürler. Pazarlamanın tarihinde şöyle bir söz vardır: Bulunabilecek her şey bulunmuştur, her şey icat olunmuştur. Bu söz, Tuğba Hanımcığım, sizce hangi yılda söylenmiş olabilir?
1800’lerde falan diyeceksin diye korkuyorum şu an.
– Doğru. 1889 yılında söylenmiş. Bunu söyleyen kişi de dönemin Amerikan patent müdürü. Halbuki biz hâlâ inanılmaz icatlara, buluşlara gebeyiz. Her sene şaşırtan, muhteşem buluşlar yapılmaya devam ediliyor. Ve edilecek de. Hiçbir zaman bitmeyecek. Özellikle de teknoloji gelişmeye devam ettikçe, yaratıcılıkla ve inovasyonla birlikte birçok farklı şeyler yapılacak.
Pazarlamanın tarihinde tabii ki 1800’lerin sonu, 1900’ler, efendime söyleyeyim 50’lere kadar çok az ürün vardı doğal olarak. O yüzden de ben ne yaparsam satılır gözüyle bakılıyordu. Çünkü zaten seçenek iki tane olduğunda birinden birini alacaksınız mecburen. Ama 1950’lerden itibaren İkinci Dünya Savaşı’nın sonrasında, kitle üretimin artmasıyla birlikte seçenekler çoğaldı. Bu demek oluyor ki rekabet çok arttı. Artık birbirine ikame ürünler başladı. Seçenek iki taneyle sınırlı değil. O yüzden farklılaşma ihtiyaçları doğmaya başladı. Hele de 2000’lerle birlikte bilgisayarlar, internet, devamında sosyal medya işin içine girince, bambaşka bir ekosistem oluştu. İnsanoğlu sürekli evrimleşiyor. Tüketim ve satın alma alışkanlıkları değişiyor. Rekabetle birlikte farklılaşma ihtiyacına işletmeler tarafından çok önem verilmeye başlandı. Daha önce yalnızca fonksiyonelliğe bakılırken, şu anda sunulan ürünün duygulara hitap etmesi de çok önemli bir hal aldı. Yalnızca ne yaptığınız değil, onu nasıl bir hikayeyle paylaştığınız da artık oldukça mühim.
Bunda tabii ki gelişen teknolojilerin, şehir yaşamlarının etkileri mutlaka var ama son yıllarda sosyal medya kullanımının da bir etkisi var mı?
Elbette var. Sosyal medyayı ben çok seviyorum. Sevmediğim de çok yanları var. Her şeyin tabii ki hem olumlu hem olumsuz yönleri oluyor teknolojide. Önemli olan, sizin kendinize fayda sağlayacak şekilde onu kullanmanız. Ben hep bu açıdan bakmaya çalışıyorum. Diğer olumsuz tarafları da nasıl ekarte edebilirim diye düşünüyorum. Sosyal medyayla birlikte artık monolog, yani tek taraflı bir iletişim bitti. Karşılıklı iletişime geçtik. Karşılıklı iletişimde de işletmelere, firmalara büyük bir sorumluluk düşüyor.
Sosyal medya öncesi ve sonrasını, milattan önce ve milattan sonra gibi ayırabiliriz. Çünkü kurumların iletişiminde gerçekten bambaşka sayfalar açıldı. Sosyal medya başlamadan önce kurumlar daha monolog, tek taraflı iletişim sürdürebiliyorlardı. En basit bir örnek vereyim: Bir reklam bile yaptığınızda bu reklamla ilgili yorumlar artık kuruma, işletmeye hemen ulaşıyor. Eskiden çok uzun zaman alıyordu bunlar. İşte web sitesi varsa, forumdan, belki başvuru forumlarından olabilir, bu şekilde ulaştırılabiliyordu. Ama şu an siz bir reklam verdiğinizde Instagram’a, hemen bir saniye içinde yorum bölümünde geri dönüş alıyorsunuz. Gerçekten hedef müşteriniz ne düşünüyor? Bu reklamdan ne anlamış ya da sizinle olan iletişiminde, tecrübesinde ne yaşamış? Bunlar hakkında olumlu ya da olumsuz yorumlar çabucak size ulaşıyor. Bunun tabii ki güzel yanı, sizin kendinizi geliştirmeniz için muhteşem bir yöntem. Aynı zamanda çok demokratik de bir süreç doğru yönetildiği zaman. Böylece eksiklerinizi giderebilirsiniz. Övgüleri çok rahat alabilirsiniz. Müşterileriniz sizden memnuniyetini çok güzel ifadelerle paylaşabilir ve bu, sizin için önemli bir referans olur. Gelen pozitif yorumları çok başarılı bir şekilde yayabilirsiniz. Monolog olduğu zamanlar bu imkanlar yoktu.
Tabii ki bu durumun şöyle bir de zorluğu var firmalar, işletmeler için: Kendinize dikkat etmeniz gerekiyor. Ne söylediğinize, ne yaptığınıza,
müşterinize ne hissettirdiğinize çok dikkat etmeniz lazım. Çünkü eğer reklamlarınızla, onlara sunduğunuz müşteri hizmetleriniz aynı çizgide değilse, maalesef bunun da tepkisini çok hızlı şekilde görebiliyorsunuz. O yüzden daha demokratik bir sürece doğru ilerliyoruz. Bu da güzel olan kısım. Tabii bu pazarlamanın da değişmesi manasına geliyor. Yani pazarlamanın en başından itibaren, daha iş fikrinizin aklınızda belirmesiyle birlikte ticari ve gerçek hayatta neden başarılı olunabileceğinin de sorusunu iyi sormanız gerekiyor. Ve bunları iyi bir bütünlük halinde faydaya ve değere dönüştürmeniz, çok çok önem arz ediyor gerçekten.
Peki, bundan önce şu konuya değinmiştik: Dünyada ve Türkiye’deki pazarlama stratejilerinin farklılıkları nelerdir?
– Pazarlama stratejileri olarak baktığımızda, temelde markayı kurarken, zaten bir hedef müşteri ve pazar araştırması yapmamız lazım. Yani ilk başlamamız gereken yer, her zaman aynı. İster Fransa’da ister Etiyopya’da ister Türkiye’de ister Amerika’da olun, zaten pazarda kim varsa, hedef olarak kimi alıyorsanız, tüketici olarak kimi seçiyorsanız, onu anlamadan bir iş kuramayız. Herkesin iletişimi farklı. Kullandığınız renklerin duygusal anlamları bile farklı. Kırmızının Çin’deki anlamı bambaşka, Avrupa’daki, bizdeki, Kazakistan’daki anlamları bambaşka. Yani yalnızca logonuzda seçeceğiniz bir rengin bile, sizin vermek istediğiniz mesajı ülkelere göre değiştiren bir etkisi var. O yüzden pazarlamadaki stratejiler, hedef müşteriye ve hedef pazara göre değişmek zorunda. Çünkü karşılanmamış ihtiyaçlar aslında bizim öncelikli başlangıç noktamız. Pazarlarımız yoğun. Çok yoğun.
Yalnızca bir ekmek, en basitinden bir ekmek ürününü bile düşündüğünüzde, markete gittiğinizde minimum 15-20 çeşit ekmekle karşılaşıyorsunuz. Ki girip çıktığınız fırınlar var yan yana. O da bitmedi, pastaneler var, onlar da ekmek yapıyor. Dahası, butik ekşi mayalı, karabuğday ekmeği üretenler var. Artizan ekmeklerimiz var.
50-100 adet ekmek markasıyla boğuşuyorsunuz karar vermek için. Şimdi siz eğer ekmek üretmek istiyorsanız, böyle bir işe girecekseniz, öncelikle sormanız gereken şey, böylesine doygun bir pazarda ben nasıl başarılı olurum? Yani hedef müşterimiz kim olacaksa artık, onlar neden gelip benden ekmek alacaklar? Neden yandaki fırına gitmesinler? Neden markete gitmeyecek? Bu soruların cevabını iyi vermemiz lazım.
Aynı ürünü yapacaksın ama senin farkın ne olacak?
– Çok doğru. Bunun adı, terminolojide konumlandırma olarak geçiyor. İngilizcesi: positioning. Yani pazarda gireceğiniz alanda karşılanmamış ihtiyacı bulup ilk olmak. Ama maalesef bizim pazarlamayla ilgili eksiklerimiz var demiştim en başta. O yüzden dünya markaları çıkarmakta zorlanıyoruz. Türkiye’nin inanılmaz değerleri var gerçekten, hiçbir yerde olmayan, dünyanın hiçbir ülkesinde olmayan muhteşem tarihimiz, aynı şekilde markalaşmak için aslında muhteşem ürünlerimiz: tohumlarımız, yiyeceklerimiz, meyvelerimiz, sebzelerimiz, muhteşem bir ürün hizmet yelpazemiz var. Ama biz pazarlamayı yeterli düzeyde yapamadığımız için, açıkçası zorlanıyoruz ve dünya markaları çıkaramıyoruz. Dünya markaları çıkaramadığımızda da gene kaybeden biz oluyoruz. Çünkü bir ülkenin pazarlaması güçlüyse ve o ülke dünya markalarına da sahipse, doğal olarak orada gelir düzeyi artıyor. Bireylerin gelir düzeyi, refah düzeyi artıyor. Daha iyi imkanlarda yaşamaya başlıyoruz. Daha mutlu ve daha üretken bir ülke ve toplum olmaya başlıyoruz. Pazarlamayla ilgili en önemli sıkıntımız da: Biz pazarlamayı biraz görsellikten ibaret zannediyoruz. Biraz ağzı laf yapan herkesin pazarlama yapabileceği kanısındayız maalesef ve pazarlamayı da genelde işler iyi gitmediğinde düşünmeye başlıyoruz.
En önemli nokta o, değil mi?
– Evet, çok doğru.
Aslında pazarlama baştan oluşturulması gereken bir strateji. Bu, konumlandırmanın içinde değil mi?
– Kesinlikle. Pazarlama bir disiplin. Yani stratejisi ve metodolojisi olan, disiplin olarak yapılması gereken bir bilim dalı ve bizim en büyük hatalarımızdan biri: Biz pazarlamayı satış zannediyoruz. Bu da açıkçası Türkiye’deki pazarlama tarihiyle örtüşüyor. Çünkü ilk pazarlama uygulamaları; Türkiye’de firmaların kurulmaya başladığı, rekabetin arttığı dönemlerde, 1960’lar sonrası, 70’lerle beraber, daha ziyade satış ağırlıklı olarak seyretmiş. Özellikle işletme sahipleri ve patronlara “Pazarlama nedir?” diye sorulduğunda, “satış” cevabı alındığından, pazarlama genelde satışla özleştirildi. Tabii ki 70’ler için satış öncelikli olabilirdi. Gene aynı şeyi söylüyorum, çünkü rekabet bugünkü gibi değildi. İyi bir satış ağınız varsa, yapabileceklerinizi daha kolay ve hızlı bir şekilde ilerletebiliyordunuz. Sonuç alabiliyordunuz, ticari olarak başar sağlayabiliyordunuz.
Ancak 2000’lerden sonra özellikle rekabetin çok artmasıyla birlikte, artık satış kendi başına asla yetmiyor. Satış pazarlamanın altında bir kategori aslında. Pazarlama, sizin iş fikriniz aklınıza geldiği anda başlıyor. “Bir iş fikrim var. Bir şey yapmak istiyorum.” Ve pazarlama başlıyor, bunun üzerine yazıp çizmeniz, pazar araştırmanızı yapmanız gerekiyor. En basitinden, Harvard Business okulunun bir testi var, ben o testi Türkiye için de uyarlayıp kitabıma ekledim, çok basit sorular var orada, yalnızca bu testi yapmanın bile aslında size beyin jimnastiği yaptırmak adına çok faydası dokunuyor. Çünkü sormanız gereken en önemli konular: Pazarınızın büyüklüğü, yani seçeceğiniz hedef müşterinin ticari olarak sizin karnınızı doyurup doyurmayacağı. Çok çok önemli konular.
Bazen, maalesef girişimciler şöyle bir hataya düşebiliyorlar: Ben bunu çok seviyorum ve bunu yapacağım. Evet, çok güzel bir başlangıç noktası, tabii ki sevdiğimiz şeyleri, hobilerimizi ticari olarak hayata geçirme kararı alabiliriz ama şunu sormak şartıyla: Benim gibi kaç kişi var? Ve eğer benim gibi kişilerin sayısı, ticari olarak karnımı doyurmama bir engel teşkil etmiyorsa, hedef müşteri yeterliyse, tabii ki çok güzel bir başlangıç noktası yapacağın işi sevmek. Ama uygun pazar yoksa ve hedef müşterinizin sayısı da yeterli değilse, maalesef o zaman ticari olarak başarılı olma imkânınız da kısıtlanmış oluyor.
Bu konulara ilişkin 10 tane soru var bu testte. Örneğin, pazarın büyüklüğü bunlardan biri. Fiyat potansiyeli gibi… satacağınız ürünün fiyatını ne kadar yükseltebilirsiniz? Starbucks örneği, kahveciler, dünya markaları aslında, güzel örnekler… Çok ucuza satılan bir çay-kahveyi bile siz farklı bir atmosfer yaratarak, değişik duygulara hitap eden hizmetler, imkanlar sağlayarak, evinizin, salonunuzun rahatlığında kahve-çay içme imkanı sunarak, müşterilere farklı müzikler dinleterek, o kahveyi-çayı, aslında 10 katı fazla bir fiyata da satabilirsiniz. Fiyat potansiyeli de bu mana geliyor.
Peki, bu arada, kitaptaki “paylaşma zamanı” başlığının altında çok güzel bir anlatım var. Etkisi kanıtlanmış pazarlama stratejileri… Bunlardan bahsedelim mi? Biraz örnek verelim girişimcilere. Ne yaparlarsa pazarlamada etki yaratırlar?
– Öncelikle ilk yapılması gereken şey, hep öğrencilerime de tekrarlıyorum, müşterilerime de aynı şekilde, karşılanmamış ihtiyaç bulmaya çalışmak. Hani günlük tutar gibi, bu günlüğün iş hayatı için en olumlu olan tarafı, sorunları yazdığımız bir defter olması diyebilirim size, çünkü biz ülkemizde gerçekten Türkler olarak çok severiz sorunları konuşmayı. Ama maalesef, bunları hep biraz halı altına süpürüyoruz. Yani özellikle kendi içimizdeyse, işletme içindeyse o sorunları paylaşmak istemeyebiliyoruz bu durumda. İki türlüyüz aslında. Bir yanda sosyal çevremizle çok konuşuyoruz. Ama bir işletme için ise çok fazla konuşmamak için gayret gösteriyoruz.
Oysaki sorunlar en sevdiğimiz şeyler. Benim en sevdiğim potansiyel imkanlar… Bu sorunların hepsi birer iş imkanına dönüşebilir. O yüzden de sorunlara nasıl baktığımız, sorunları nasıl yazıp çizdiğimiz çok önemli. Çünkü eğer aynı sorunu sürekli dinliyorsanız, 10 kişi oldu bu sorunu dillendiren, 100 kişi, 1.000 kişi oldu diyelim, o zaman bir iş imkanı var demek ki. Belli bir pazar oluşabilir. O zaman burada siz bir şey kurabilirsiniz. Zaten konumlandırma dediğimiz de bu: İlk olmak. İlk her türlü olabilirsiniz. Yeter ki karşılanmamış ihtiyacı bulun. Sorunu bulun ve ona siz bir çözüm üretin. Bunlar çeşitli alanlarda olabilir. Bu hiç dışarı çıkmadan, çok hızlı bir şekilde istediğiniz ürünü evinize getirtmek de olabilir. Çok yakın zamanlarda başladı ve çok cüzi rakamlara kahve de getirtebiliyorsunuz, ekmek de. Ve böyle bir hizmet yoktu yakın bir zamana kadar. Kendiniz gidip almanız gerekiyordu ya da apayrı firmalardan e-ticaret üzerinden söylemeniz gerekiyordu ve böyle bir ihtiyaç tespit edildi, bunun üzerine yeni markalar doğdu. Karşılanmamış ihtiyaçlardan her zaman yeni başarılı fikirler, projeler, markalar çıkacaktır. O yüzden bu husus çok önemli. Ya da fiyatta çok bambaşka bir yere gelmelisiniz.
Bu örnek de dünya çapında ünlü bir mobilya üreticisinden. Tasarım ürünler satmak istiyor size ama tasarım ürünlerin fiyatları doğal olarak yüksek oluyor. Herkes alamıyor. “Orta sınıf gelir düzeyine nasıl ulaştırabilirim bu ürünleri?” diye soruyor. Buna yeni bir cevap buluyorlar: modüler sistem diye. Size yaptırtıyorlar, size monte ettiriyorlar ve yeni bir marka, yeni bir ürün çıkıyor soruna çözüm olarak, ayrıca yeni bir pazar oluşuyor böylece. O yüzden en önemli stratejiler, sizin elinizdeki bilgiyi, problemleri çözmek için nasıl kullandığınızla ilgili aslında. İş modelleri olarak baktığımız zaman, böl yönet de bir stratejidir mesela. Eskiden CD’lerde satılan albümler vardı, biliyorsunuz. Sonrasında başka bir markayla birlikte bunları tek tek satın alma imkanı doğdu. Şarkıları tek tek bölerek internetten satın alma imkanı… Şu an hiçbirimiz artık CD albüm almıyoruz. Bunlar bitti. Ya da birleştirebilirsiniz, farklı uygulayabilirsiniz. Sosyal medya olarak baktığımız zaman da, aslında teknolojik yazılım altyapısı hepsinin aynı. Paylaşmaya dayalı. Ama kullanıldığı zaman farklı. Facebook, Instagram, LinkedIn, Pinterest çıkıyor. Bakın, bu platformlar aynı altyapıya sahip ama bambaşka ihtiyaçları gideriyor her biri. Instagram, Facebook’tan sonra görüntü, fotoğraf üzerine bir platform olarak belirdi. Şimdi video da başladı.
LinkedIn’e baktığımızda şu sorun üzerine çıktığına şahit oluyoruz: hedef müşteri olarak kurumsal bir işte çalışan beyaz yakanın neye ihtiyacı var? Onların da paylaşmaya ihtiyaçları var ama ne paylaşmaya? Daha iş temelli, iş aramaya yönelik, kendilerini iş hayatlarında geliştirmeleri için kariyer odaklı bir platforma ihtiyaçları vardı. Aynı yazılım LinkedIn adı altında farklı bir marka oldu ya da yazılım altyapısı olarak diğerleriyle aynı. Başka ne oldu? Daha ziyade zanaatkar gibi üretim yapan tasarımcıların ihtiyaçlarını karşılamak üzere Pinterest çıktı. Sürekli dosyalarımızı kaydetmek zorunda kalıyorduk, bilgisayarımızda yığınla yer kaplıyordu çalışmalarımız. Pinterest böyle bir ihtiyacı gördü ve dedi ki: Aynı sosyal altyapıda, gelin, fikir defterinizi bizim platformumuzda yapın. Pin’leyin. Daha önce like’lıyorduk. Bir anda pin diye bir şey çıktı, manası: raptiyelemek.
Çok bahsedilen bir başlık daha var: Kurum kültürü. Şimdi ben diyelim bir şahıs firmasıyım. Tek başıma çalışıyorum. Belki evden çalışıyorum. Benim de kurum kültürüne ihtiyacım var mı?
– Tabii ki var. Aslında kurum kültürü zaten işinizi yapış biçiminiz, yani etik olarak baktığınız zaman, hepimizin bir çorba içme stili var ve bu çorbayı içme stilimiz, bizim iş yapış biçimimiz. Nasıl iletişime geçiyoruz? En azından şöyle söyleyeyim size: Amerika’dan ve Türkiye’den bahsettik. En basitinden bir örnek vereyim. Amerika’ya e-mail atarsanız cevabı size çok hızlı bir şekilde gelir. Muhakkak gelir ve hızlı gelir. Türkiye’de bir e-mail paylaşıyorsunuz fakat e-mail’e cevap gelmiyor. Bu hepimiz için böyle maalesef. Bu da bir etik aslında, bir uygulama süreci. Amerikalılar açısından baktığımız zaman, hani her şeyi taşır dedim ya, olumlu ve olumsuz tarafı tabii ki, her kültürde olduğu gibi, ama iş yapış biçimi olarak baktığımız zaman disiplinli olmak, görmek istediğiniz saygıyı, duymak istediğiniz paylaşımı karşıya verebilmek kurum kültürüyle alakalı işte.
İngilizce’de “win win” diye söylenen deyim… Bizim kurumsal hayatımızda da çok kullanılır bu. Kazan kazan, deriz. Biz bunu çok kolay telaffuz ediyoruz ama maalesef uygulamaya geldiğimizde, kurum kültürü olarak uygulamıyoruz. Bir şeyi uygulamadığımızda, sadece lafta kaldığında, altını doldurmadığımızda kurum kültürü haline gelmiyor maalesef. Hani şu firmalara girdiğiniz zaman şöyle destanlar vardır: Misyon, vizyon diye yazılır. Okursunuz ve ne dediği hiç anlaşılmaz bunların. Kimse de gerçekten ne inanır ne de aklının bir köşesine koyar bunları. Oysaki o firmanın en önemli belgesidir onlar. Çünkü size amacını, hayalini anlatıyor; sizi hikâyesine ortak etmeye çalışıyor ve kurum kültürü aslında şundan dolayı çok önemli: Sizin çalışanınız, sizin müşteriniz aynı zamanda. Eğer siz onu kaybederseniz, sizin hakkınızda olumsuz bir düşüncesi varsa çalıştığı yerle ilgili, o işletmeden akşam mesaisi bitince çıkıp eve gidecek, sosyal hayata girecek ve maalesef isteseniz de istemeseniz de gerçekleri anlatmaya başlayacak.
Ben bir şirket kurdum, diyelim. Benim toplumdaki algımla, şirketin topluma vermek istediği mesaj uymalı mı? Yani birbirimiz arasında bir tutarlık olmalı mı? İlk sorum bu. Ve bu tutarlılıktaki sürekliliği nasıl sağlarız? İkinci sorum da bu.
– Ne güzel bir soru. Bu tabii ki gene marka stratejisiyle ve hedef müşterimizle ilgili olacak aslında. Şimdi tabii ki marka isimleri veremiyoruz, bunların örnekleri de mevcut, yapılabiliyor. Markanızı, örneğin, bir yabancı firmaymış gibi konumlandırmak isteyebilirsiniz. Diyebilirsiniz ki benim hedef müşterimin gelir düzeyi orta, efendime söyleyeyim, yaş olarak da 25-40 arası bir yaş grubuna hitap etmek istiyorsunuz. Eğitim düzeyi de lise-üniversite, İstanbul ağırlıklı diyebilirsiniz. Böyle bir durum olabilir ve bunun üzerine yaptığınız bir pazar araştırmasında şunu keşfetmiş olabilirsiniz: Bu hedef müşteride yabancı algısı, örneğin Fransız marka algısı ya da İngiliz marka algısı çok yüksek diyebilirsiniz ve bununa dair bir karar alabilirsiniz. Stratejik olarak, böyle bir ihtiyaç tespit etmişsinizdir. Mesela, ev tekstili kategorisi olabilir. Bu alanda diyebilirsiniz ki: “Ben yabancı konumlandırmayla bir marka oluşturacağım.” Ve tabii ki sahibi olarak siz Türk’sünüz. Belki bir Denizli firmasısınız… Ve tabii ki bu konumda marka kültürünüzü oluşturduğunuz zaman, önemli olan, hedef müşterinize vermek istediğiniz mesaj.
Yani markanızın tüm karakterini, rengini, amacını, hikayesini oluşturduğunuzda, tüm bunların altını da doğru kurgulamanız gerekiyor. Şimdi bir Türk firması yabancı imajıyla marka kurabilir mi? Evet, pazarlamada mümkün. Kolay mı? Hayır, tabii ki değil. Tüm altyapısının, söyleyeceğiniz her şeyin de bu hedefe doğru şekilde uyarlanması gerekiyor. Görsel tasarımlarınızın, eğer tekstilse konu, mesela belki daha Avrupai olması lazım ve vermek istediğiniz mesaj da, ilgili ülkenin imajıyla, tasarım anlayışıyla örtüşmesi gerekiyor. Yani gene bir bütünlük arz etmeli. Zaten marka demek, hep bir bütünlük.
Aslında bizim büyüklerimiz, atalarımız hep doğru biliyorlarmış. Özüyle sözüyle bir olmak demek. Söylediğiniz neyse arkasında gösterdiğinizin de görsel olarak uyumlu olması lazım. Birinden biri eksik kalırsa, maalesef marka başarılı olamıyor. O yüzden yolunuza eğer yabancı bir marka stratejisiyle başlıyorsanız, bunu doğru bir şekilde iletişiminize de aktarmanız gerekiyor. Çünkü hedef müşteri, her zaman kendisine inandırıcı ve tutarlı gelecek doneler almalı. Öyle düşünebilirsiniz. Siz markanızı anlatıyorsunuz. Onunla ilgili her söylediğinizin altını doldurmanız lazım. Markanızı yabancı olarak kurguladığınızda, yapacağınız yatırımlar, kurduğunuz iletişimler, geliştirdiğiniz stratejiler, hep o ilk baştaki kurgunuz üzerine temellenmeli. Birebir kurucusu olarak, belki sürekli olarak basında gözükmek, doğru olmayabilir. Halkla ilişkiler stratejinizi de PR’ınızı da ona göre oluşturmanız gerekiyor. Tüm bu süreçte, marka kendi başına bir kişilik haline gelecek. Zaten doğrusu da bu. Marka karakteri şeklinde.
Ama bazı stratejilerde firma sahibi, kendi yaşadığı çok bireysel, duygusal bir sorundan yola çıkabiliyor. Bunun da örnekleri var hayatımızda. Hamilelik döneminde yaşanmış bir sorun, beslenmeyle ilgili olan bir sorun, bulunamamış ya da alınamamış bir hizmet ve bunun devamında da söz konusu ihtiyacı çözmek için kurulan, kişiselleştirilmiş beslenmeyle ilgili bir hizmet çıkabiliyor. Böyle markalarımız var şu anda. Eğer hikayesi sizinle ilgiliyse, çıkış noktanız sizseniz, tabii ki markanın kalbinde olacaksınız. Çünkü o hikayeyi siz temsil ediyorsunuz. O yüzden dediğim gibi, her markanın doğumu farklıdır. İhtiyaçları ve hedef müşterisi farklıdır. O yüzden bunları iyi anlayıp o markayı her aşamasında “benim amacıma uygun mu, marka karakterime uygun mu, hedef müşterimle örtüşüyor mu, söylediğim sözler, kurduğum iletişim markamla tutarlı mı,” diye sorarak bütün bunları tekrar be tekrar kendimize hatırlatmamız lazım ki çizgimizden ve hedefimizden çıkmayalım. En önemli, marka sahiplerinin muhakkak dikkat etmesi gereken sorun: Marka her şey olamaz. Marka yapmadıklarınızdır. Yapmamayı tercih ettiklerinizdir. Eğer her şeyi yapıyorsanız, herkese ulaşmaya çalışıyorsanız, maalesef sorun yaşıyorsunuzdur. Herkes her şeyi giymez, herkes her şeyi yemez. Herkes her şeyi aynı şekilde konuşmaz. O yüzden marka oluşturmak isteyenler de kimleri hedef müşteri olarak kurgulayacaklarını iyi anlayıp onlarla iletişime geçecek şekilde stratejilerini belirlemeliler ve herkesi değil, kendileri için en önemli kimseleri hedeflemeleri gerekir.
Müthiş bir açıklama oldu. Hakikaten çok net ve açık anlattın. Şimdi bambaşka bir yere doğru gitmek istiyorum. Sen “Markanızı Nasıl Pişirirsiniz?” kitabını yayımladıktan sonra Türkiye’yi dolaşmaya başladın ve elinden geldiğince tüm kadın girişimcilere ulaşmayı hedefledin. Burada bir destekçin vardı. Bu konu bence çok önemli. Çünkü biz genelde bu işte fonları, Avrupa Birliği fonları olsun, farklı fonlar olsun, hep zannediyoruz ki bir ürün için alınabilir. Halbuki sen eğitim alanında aldın ve bunu muhteşem bir şekilde kullandın.
– Teşekkürler.
Yakın bir zamanda bu fon bitti galiba.
– Evet.
Geride müthiş bir iz bırakarak yürüdün o yolu.
– Çok doğru.
Biraz fon alma sürecinden bahsedebilir miyiz? Sen bu fona nasıl eriştin, nereden haberin oldu? Böyle bir fona başvurmak isteyenler ne yapmalı, hangi yolu izlemeli? Önce bunu konuşalım. Ardından da, gezdiğin bölgelerde nelerle karşılaştın? Kadınlarda ne gibi değişiklikler oldu? Biraz da ondan bahsedelim.
– Tabii ki, memnuniyetle. Çünkü kalbime çok yakın bir projeydi bu gerçekten. Aslında kalpten çıktı diyebilirim. O yüzden belki de hibe fonunu çok kolay aldım. Şöyle gelişti; kitap süreci, kafe süreci derken, devamında ben ticaret odalarıyla da çalışmayı sürdürüyordum ve Samsun Ticaret Odası’ndan bir davet almıştım, kadın girişimciler kurulundan. Seminerin sonunda bana en çok gelen tepkiler şöyle: “Ne güzel anlatıyorsunuz, ne kadar değerli şeyler. Ama biz bilmiyoruz ve bunlar yetmiyor. Bize tekrar gelseniz de bunları şöyle uzun uzun anlatsanız.” Ve ben gittiğim her yerde bu tarz sözleri sürekli duydukça, kendi kendime sormaya başladım. Ne yapabilirim? Yani ben daha çok kadın girişimciye nasıl ulaşabilirim? Bir şeyi gerçekten böyle gönülden isterseniz, cevabı da geliyor belki.
Tam o sırada da Amerikan Konsolosluğu bir hibe açıkladı. Kadın girişimcileri kalkındırmakla ilgili de hibe başlıklarından biriydi. Ben bunu görünce dedim ki belki de aradığım cevap bu. Tabii hak verirsiniz ki eğer siz tüm Türkiye’yi gezmeye ve yüzlerce kadına ulaşmaya karar verirseniz, bunun da bir bütçesi var ve birey olarak da çok kolay yapılabilir şeyler değil bunlar. O yüzden de ben bu hibe fonuna başvurmaya karar verdim ve
tabii ki en önemli konulardan biri, çokça hibe eğitimleri aldım zamanında ama ilk defa başvuruda bulunuyordum.
Elbette kendimle ilgili korkularım gene hep paylaştığım gibi oldu. Nasıl alacağım, yapabilir miyim? Ama tüm bilgilere hakimdim ve neden almam gerektiğini çok iyi biliyordum. Çünkü katıldığım bir hibe eğitiminde bir Alman hoca bana şunu söylemişti: “Eğer bizden bir hibe istiyorsanız, sorununuzu gidip ailenizin en yaşlı büyüğüne anlatın. Anneannenize, babaannenize. Size para veriyorsa çıkarıp biz de vereceğiz.”
Çok basitti aslında konu ve ben bunu hiç unutmamıştım. Hikayemi oturup yazdım. Kadın girişimcilerle ilgili Türkiye’deki sayıları verdim. Bu sayıların yalnızca bir sayı olmadığını, benim hayatımı da nasıl etkilediğini anlattım. Çünkü benim annem de iki çocuktan sonra iş hayatına dönmek isteyip dönememiş ve sonrasında sıkıntılar yaşamıştı. Bunları birebir ben de yaşadım hayatımda ve gerçekten üretmek isteyip de imkanı olmadığından mutsuz olan kadınların aileleriyle ilişkilerinde nasıl zorlandıklarına da birebir şahit oldum ve hiçbir kadının da girişimcinin de bunu yaşamasını istemiyordum açıkçası.
Aslında hem kitabın hem kendi amacımın da temelinde bu var: Üreten mutlu kadınların sayısının artmasını istiyorum. Çünkü kadınlarımız toplumu yetiştiriyor. Erkeklerimizi de biz yetiştiriyoruz. Eğer biz girişimci olmayı bilirsek, biz pazarlamayı bilirsek, biz üretmeyi, para kazanmayı, kendimize güvenmeyi, kendimizle mutlu olmayı bilirsek böyle bir toplum yaratabiliriz. O yüzden sayımızı artırmamız lazım. Naçizane, benim elimden gelebilen ufak bir taş atmak. Pazarlama ve markalaşma konusunda benim uzmanlığım. O yüzden ben de bunu anlatmak için yola koyulmuştum. Oturdum, hibe projemi sayılarla destekledim. Türkiye gerçeğini gözler önüne serdim. Çünkü baktığımız zaman, gerçekten yalnızca kadın girişimcilik değil, girişimcilik çok az ülkemizde.
Şu an aktif çalışan, takribi 31-35 milyon insan var. Yalnızca 5 milyonu kendi işini yapıyor. Bunun da yalnızca 1.5 milyonu işveren durumunda, yani çalışana sahip. O kadar küçük ki bu sayılar. Bu arada bu 5 milyon, 1.5 milyon, tabii ki kadın erkek karışık olarak verdiğim rakamlar. %92’si erkek, %8’i kadın. Yani koca bir okyanusta ufacık bir adayız. Bu adayı büyütmemiz lazım ve bu hikayeyi yalnızca sayılarla değil kendi hikayemle de birleştirdim ve istediğimi de çok net olaral ifade ettim. Elimde bir bütçe vardı ve beş şehre bunu yayabildim öncelikli olarak. Her şehirde beş günlük bir pazarlama eğitimi kurguladım markalaşmayı anlatmak için ve şehirlerimizi de eğitimle pek boğulmamış şehirlerden seçtim. Çünkü öyle durumlar oluyor ki, gerçekten bazı büyükşehirlerde artık sürekli eğitim var. Oradaki kadınlarımız çok şanslı. Oradaki girişimcilerimiz çok şanslı ama birçok şehrimiz var ki oralarda yeterli eğitim yok. Ama bazı şehirleri de gene ihtiyaç olan alanlardan seçmeye çalıştım ve bir kurgu oluşturup bütçe hazırladım. Her akçenin nereye, nasıl harcanacağını tek tek yazdım. Yani her soruya cevap verecek şekilde kurguyu oluşturup yolladım.
Sonrasında bana bir telefon geldi ve hibe projemin kazandığını öğrendim. Hayatımın en değerli anlarından biriydi ve yola çıktım. Urfa’ya da gittim, Samsun’a da gittim, efendime söyleyeyim, Antalya’da, Ankara’da, Çanakkale’de, her yerde kadınlarla buluşma imkanını buldum. Her şehirde 25 kişiyle sınırlıydı katılımcı limiti. Bazen salonun yetmediği durumlar oldu.100-150 kişiye çıktı kişi sayısı ve toplamda, yaklaşık 300 kadına eğitim verme fırsatını yakaladım. Sertifikalarını takdim ettim. Hepsiyle hâlâ dostum, hepsi kendi işlerine başladılar. Kendi işlerini yapan hanımlar da vardı içlerinde ve işlerini büyüttüler, sağ olsunlar. WhatsApp üzerinden sürekli paylaşımda bulunuyoruz, soruları oluyor, cevaplıyorum. Çok güzel bir duygu bu. Türkiye’nin çeşitli yerlerine ulaşma imkanım oldu. Ben İstanbulluyum doğma büyüme ama İstanbul’dan çıkınca da şunu gördüm ki bizim yalnızca İstanbul’umuz değil, her şehrimiz yaratıcı kadınlarla dolu. Urfa, Samsun, Çanakkale aynı şekilde. Her yerde kadınlarımız aynı. Bir şeyler yapmak istiyorlar. Yaratıcılar, girişimciler ve üretmek istiyorlar. Yalnızca yola ihtiyaçları var. Onlara rehber olacak birine ihtiyaçları var ve bunu gördüğüm için çok mutlu oldum. Onlara bir şeyler katabilmenin mutluluğunu yaşadım. Gerçekten de pazarlamadaki eksiğin çok büyük olduğunu yola çıkarken biliyordum ama inanın, bu deneyimi yaşadıktan sonra aslında ihtiyacın çok çok daha büyük olduğunu anladım. Şu açıdan da: Yalnızca kadınlar değil, gerçekten bizim ülkemiz pazarlamayı bilmiyor. Öyle değerler var ki, normalde turistler kapılarında sıra olmalı. Değil 10 lira, 150-200 dolar verip yıllarca ön rezervasyon yaptırmaları gereken tarihin ilk başladığı yerlerimiz var ve kültür turizmi olarak bu değerlerden gerçekten para kazanmamız lazım ama bunu pazarlayacak kimse yok, doğru kurgulayamıyoruz. Maalesef bir yandan da inşaat sektörüyle, değerli tarihi tarım arazilerimiz, tarihi tohumlarımız da yok oluyor.
Diyorum ya marka bir bütünlüktür, bu yüzden sizin tarihinizi bir bütün olarak almanız lazım, görsel olarak da bu böyle olmalı. Yani eğer orada tarihi bir alan varsa, onun etrafında rezidans filan olmaması gerekiyor. O tarihi değere gölge düşürecek bir yapı olmamalı civarında. Bir bütün olması lazım. Herhangi bir turist gelip de yeni yapılan rezidansların fotoğrafını çekiyor mu? Yani gerçekten turistik olsaydı, her turistin gidip bu sitelerin fotoğrafını çekmesi gerekirdi. Ama nereye gidiyorlar? Tarihi yerlere. O yüzden biz maalesef pazarlamayı bu konuda da beceremiyoruz ve dolayısıyla yeterli kalkınmayı sağlayamıyoruz. Bu nedenle yapacak çok şey, gidilecek daha çok şehir var, çok davet aldım. İnşallah bir hibe fonu daha alıp devamını getirmek istiyorum.
İnşallah. Peki bu gezdiğiniz şehirlerin birinden ilginç bir öykü istesem sizden? Eğitime gelen ve hayayı değiştiren biriyle ilgili…
-Çok öykü var tabii ki ama zamanımız da kısıtlı biliyorum. Şöyle örneğin, marka ismi bulmakla ilgili bir bölümüm var eğitimlerimde. Marka ismi nasıl yaratılır? Ve o bölümde nelerin yapılmaması gerektiğine dair bir liste var. Bir diyagram şemasını paylaşıyorum bununla ilgili. Antalya’daki bir hanım kahkahalarla gülmeye başladı onu paylaştığım zaman, durduramıyor kendini. Bir yandan anlatmaya çalışıyor, bir yandan gülüyor. “Benim bulduğum isimde bütün yapılmaması gerekenler var,” dedi. “Hepsi var. Eşim zaten ‘Daha sen telaffuz edemiyorsun, ne diye bu marka isminde karar kıldın?’ diye sormuştu. O kadar teşekkür ediyorum ki. Ya ben niye başarısız olmuşum, zaten anlıyorum şu an. Ama maalesef ilkin anlayamamıştım.” Bir tanesi böyle.
Bir diğeri de, kadın girişimciliklerle ilgili başlangıç noktasında kendi özel hikayemi de paylaşırken biri gelip bana sarıldı. “Aynı şeyleri ben şimdi yaşadım” dedi. “Annenizin yaşadığı şeyleri ben yaşıyorum şu an. Eşimden ayrıldım, kendi işimi kurdum ve tüm bu süreci o kadar güzel anlattınız ki sanki kendi hikâyemi dinledim.” Çok teşekkür etti. Bunun gibi sayısız hikaye var. Pazarlama stratejilerinden en basitlerinden 1-2 tanesini kullanıp butik pastacı olan Şanlıurfa’da bir öğrencim vardı. İşlerini nasıl büyüttüğünü anlattı. Bir diğeri, takılar yapıyordu. Takılarla ilgili farklılaşmayla, ihtiyaçlarla ilgili konuşuyorduk ve gerçekten ona gelen bir sorunu tespit etti, oradan yola çıkarak da markasını güzelce başarıya ulaştırdı.
Son sözümüz şöyle olsun mu? Üreten mutlu kadınların artması dileğiyle…
– Tüm kalbimle ben de bunu diliyorum. Tüm girişimcilerin, ister kadın olsun ister erkek, gerçekten keşkesiz hayatlar yaşamaları için ben buradayım, elimden gelen tüm yardımı vermeye hazırım. Banu Samancı ismini internetten aratırlarsa, banusamancı.com ya da Banu Samancı Instagram hesabından bana ulaşabilirler. İnternet sitemde tüm iletişim bilgilerim mevcut. Seve sever yardımcı olmak isterim.